Daha önce de belirtildiği gibi, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), Allah’ın her yüzyılın başında ümmete “dinî işlerini yenileyecek bir müceddid” gönderdiğini açıklamıştır. Bu nedenle, tecdit için çağrı yapan kişi, bu bağlamda bu terimi ilk telaffuz eden Resûlullah’ın (s.a.v) kendisi olduğundan eleştirilmemelidir. Daha ziyade, tartışma, bu tecdidin amaçlanan anlamı etrafında dönmelidir. Bu, sadece “restorasyon” anlamına mı geliyor? Eğer öyleyse, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), neden özellikle “restorasyon” anlamına gelen diğer Arapça sözcüklerden ziyade, tecdit (yenileme) kelimesini kullandı? Ayrıca ‘restorasyon’ kelimesi, orijinal güzelliğine geri döndürmek istediğiniz tarihi bir bina gibi statik yapıya daha uygun gibi geliyor. Dinimiz, tek bir ruha sahip, tutarlı hedefleri ve kapsayıcı esasları olan fakat değişen gerçekliklerle uygun şekilde sıkı bağlar kurabilen, esnek bir yasal çerçeveye sahip, yaşayan bir varlıktır. ‘Yenileme’ bu nedenle uygun kelimedir. Fakat eğer yenileme ile ilgili ise, bir kişi dini nasıl ‘yeniler’? Bu, Kutsal emri değiştirme özgürlüğüne sahip olduğumuz anlamına mı geliyor?
Dinde varsayılan durum, değişmeden kalmasıdır ve “Yenileme” ile kastedilenin çoğu, vahiy ile çatışan yenilikler ve gelenekler gibi aslında özgün olanı yeniden canlandırmak ve özgün olmayanı temizlemek suretiyle elde edilen restorasyondur. Bunlardan ayrı olarak bir başka yenileme türü vardır ve bu, içtihat esaslı yenilemedir. Bu âlimlerin “Asırlardaki değişimden dolayı hükümlerdeki değişim suçlanmayacaktır.” diyerek ifade ettikleri şeydir. Bunun bir örneği, Hz. Ömer’in (r.a.) mukaddes halifeliği sırasında Allah’ın İslam’ı ve Müslümanları güçlendirmiş olduğunu görünce al-mu’allafati quloobuhum (kalpleri kazanılacak olanlar) zekât paylarını almayı engellediğinde olmasıydı. O, artık onların kötülüklerini defetmek zorunda olmadığını ya da zekât tahsisatından para vererek sadakatlerini kazanmak zorunda olmadığını hissetti. Başka bir örnekte, Hz. Osman (r.a.), hilafeti sırasında başıboş devenin alınması, satılması ve parasının sahibi için emanet hesabında tutulmasını emretti. Bu başıboş develerin alınmasının yasaklandığı orijinal hükme aykırı idi ama Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) zamanı ile Hz. Osman’ın (r.a.) halifeliği zamanı arasında meydana gelmiş ahlaki bozulma nedeniyle son çare olarak kullanıldı. Hz. Ali (r.a.), aksi halde zanaatkârların insanların varlıklarının korunmasında ihmalkâr ya da umursamaz hale gelebilmelerinden korktuğundan, onları, müşterilerden aldıkları eşyalardan sorumlu tuttu. Benzer şekilde, Kur’an-ı Kerim’i öğretmek için ücret almanın kanun dışı olması, erken Hanefi âlimler arasında tartışılmazdı; daha sonra gönüllüler sayıca az hale geldiğinde, Kur’an-ı Kerim bilgisinin kaybolacağı korkusundan Kur’an-ı Kerim öğretmenlerinin ödeme almasına rıza gösterdiler.
Bu büyük yenilemeler, meşrulaşmış hükmü değiştirdi mi? Asla, Allah’ın yasaları değişime tabi değildir. Yüce Allah şöyle emretti:
اتَّخَذُوا أَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ أَرْبَابًا مِّن دُونِ اللَّه
Allah’ı bırakıp da din âlimlerini, rahiplerini, rab edindiler. [Tevbe Suresi 9:31]
Allahın Resulü (s.a.v.), Adi bin Hatim’e (r.a.) “din âlimlerini, rahiplerini, rab edinmenin”, kanundışı olanı izin verilen ve izin verileni kanundışı olarak görmede onlara itaat etme anlamına geldiğini açıkladı. Dahası bu, Allahın Resulü (s.a.v.) aşağıdakini buyururken, tam olarak yasakladığı şeydi:
مَنْ أَحْدَثَ فِي أَمْرِنَا هَذَا مَا لَيْسَ مِنْهُ فَهُوَ رَدٌّ
Kim, bizim şu işimizde, ondan olmayan yeni bir şey ortaya çıkarırsa, o yaptığı reddedilecektir.
Bu nedenle, önceki örneklerin, hükmün (Kutsal hitap ya da emir olarak adlandırıldığı gibi) değiştirilmesini içermesi imkânsızdır; bazı âlimler bu terimi kullansalar da, onlar için sadece Şeriat’taki fiili hükmü değil, fetvaları (dini ferman) ifade ederlerdi. Tek bir eylem, farklı bağlamlarda iki farklı fetvaya sahip olabilir.
Daha da açıklığa kavuşturmak için, Kur’an-ı Kerim’i öğretmek için ücret alma örneğini ele alalım. Bunun yasaklanması, erken Hanefi âlimler arasında bir uzlaşma meselesiydi, fakat daha sonra uygulanmasına onlar tarafından izin verildi. Soru şu: yasaklama ve izin verme aynı şeyle mi bağlantılıydı? Bu şekilde görünebilir; ama daha yakından baktıktan sonra birçoğunun, Kur’an-ı Kerim’i Allah’a bir adanmışlık hareketi olarak öğretme konusunda çok hevesli oldukları ve devlet hazinesinden maddi olarak desteklendikleri bir bir çağda Kur’an-ı Kerim’i öğretmek için bir ücret kabul edilmesi ile hocaların artık devlet hazinesinden geçinmedikleri bir çağda Kur’an-ı Kerim’i öğretmek için bir ücret kabul etmesini eşit tutamayacağımız netlik kazanır. Sonraki durumda ise, eğer Kur’an-ı Kerim’i öğretmek ile meşgul oldularsa ailelerini kaybederlerdi ve eğer bir geçim kaynağı elde etmekle uğraşırlarsa öğrencilerini kaybederlerdi.
Böylece, belirli bir senaryo, buna uyan farklı hükümler dizisini gerektirebilir ve müceddid (İslam Hukukunda yetkili kabul edilen kişi) bu hükümler arasından ona en uygun olanını seçer. Bazen, mesele iki hüküm arasında kalabilir ya da iki esas arasına düşebilir, bu durumda müceddid meseleyi, ikisinden hangisine daha yakın görüyorsa, ona dayandırır. Bu, açıkça sadece insanların gelenek, görenek ve menfaatlerinden etkilenen hükümler ile ilgidir. Bununla ilgili olarak, İmam Şatibi (rh.) şöyle söylemektedir:
Gelenekler değiştiğinde farklılaşan hükümler, Şeriatın baki ve ebedi olduğu ortaya çıktığından İlahi emrin kendisindeki herhangi bir farklılığın bir yansıması değildir. Varsayalım ki; bu dünya ebedi olarak devam etseydi ve insanlar da [Şeriatı idame ettirmekle] yükümlü kılınsalardı, Şeriat hiçbir ilaveye ihtiyaç duymazdı. Diğer bir deyişle, gelenekler ne zaman değişirse, onlara hükmedecek Şeriat’ın başka bir [farklı] ilkesinin çatısı altında toplanacaklardı.
Kur’an-ı Kerim’i öğretmek için ücret alınması örneğinde, iki esastan birincisi, adanmışlık amellerinde Allah’tan (luftundan) başka hiçbir amaç yoktu – ve bu birinci dönemde yasaklanması görüşünü destekledi ve ikincisi Kur’an-ı Kerim’i gençlere öğreterek korumaktı – ve bu ikinci dönemde izin verilebilirlik görüşünü destekledi. İçtihat esaslı yenileme, kendi içlerinde hükümlere bağlı olduklarından değil fakat o hükümlere bağlı olabilecek farklı koşullara sahip araçlar oldukları için zaman ve mekân değişimini hesaba katar.
Neyin değişebileceğini tartışmaya başlamadan önce, ilk olarak neyin değişmeyeceğinin altını çizelim. İçtihat, anlayışımızı düzeltmek için her alanda her zaman gerekli iken, aşağıdakiler, ister geleneklerdeki, dünya koşullarındaki, teknolojik gelişmelerdeki değişiklikler olsun ister herhangi bir ikinci derecede değişkenler olsun, değişime tabi olmayan konulardır:
- İtikadın tüm meseleleri
- İslam’ın şartları
- Namazın farklı zamanları ve duruşları ve hac ve oruç adetleri gibi anlaşılamayan sebepleri olan ibadet alanındaki hükümler
- Kefaret, bekleme süresinin uzunluğu (iddet) ve mirasa dair haklar gibi vahiy metniyle belirlenmiş Şeriatın (mukadderat) ölçülmüş kesin emirleri
- Kesin çıkarım ve belirli aktarımla açık bir metnin bulunduğu ve amilleri hala işleyen meseleler
- Açık gerçek bir icma olan meseleler: icma, ortak menfaatin (ya da zarara karşı faydanın üstün geldiği) belirleyici unsur olduğu durumlardaki gibi ikinci derecede değişkenlere dayanmamalıdır.
- Ahlakın temel hükümleri ve kibir, önyargı, cinayet, zina, tefecilik, dedikodu, iftira vb. yasakları; mutabakatlarda karşılıklı anlaşma yükümlülüğü ve yaşamın, mülkün ve itibarın kutsallığı gibi temel insan haklarının korunması, bu konularla ilgili olarak, değişim sadece bu değerlerin ve hakların korunmasını sağlama araçlarıyla ilişkili olabilecek İslami değer sistemini tanımlayanlar
Bu alanları dışarıda bıraktıktan sonra içtihat yenilemesi; yönetim, kamu politikası, uluslararası ilişkiler, finansal işlemler, istihdam, kurumsal etik, muteber kanıtlar ve yargı süreçleri ve bir dereceye kadar kişilerarası ilişkiler ve farklı teolojik yönelimlere ve dini ilişkilere sahip insanlarla ilişkilerde en çok ihtiyaç duyulan şey gibi görünüyor.
Esas olarak restorasyon ve benimseme
Fıkhı mirasımızın içeriğini, eleştirel incelemesinden muaf tutuğumuzu hesaba katmadığımızı ve saygın imamlar ve âlimler tarafından çıkarılan hükümlerin çoğunun, dünyanın jeopolitik, ekonomik ve sosyal koşullarındaki değişimler nedeniyle değişmeye tabi olduğunu doğruladıktan sonra, birçok tecdidin bu içerikle ilgisi olmadığını ileri sürmek önemlidir. Bu, tamamen farklı bir dünya ortamında, önceki nesiller tarafından savunulan dinin değer ve esaslarının restorasyonu ile ilgilidir; dolayısıyla bu, benimseme ile restorasyon ya da anlamlı restorasyondur. Bu, çağdaş davet öykümüzdeki birkaç değişiklikle başarılabilir. Çağdaş dini söylemimizin bu yazarın değerlendirmesinde en çok ihtiyaç duyduğu şey, düşünsel dürüstlük ve tarafsızlığı teşvik ederken bağnazlık, yandaşlık ve demagojiye karşı mücadele ile birlikte bir vurgu değişikliğidir.
Vurgu değişikliği
Haber yayın organları, gerçekleri çevirerek dinleyicilerinin farkındalığını değiştirebildiği gibi vaizlerde aynı şeyi yapabilirdi. Ancak, vaizlerin etkisi daha derin ve daha uzun olabilir, çünkü bu, insanların dini inançlarını değiştirmek ve yeniden şekillendirmekle ilgilidir. Tek bir hikâye yüz kez tekrarlanır ve o tek hikâyeye karşı çıkan elli öykü olup, her bir karşı öykü sadece bir kez sunulursa, insanların gerçeklik algısını çarpıtmayı ve onların inançlarını değiştirmeyi başarmış olacaksınız. Peygambere özgü gelenekler hakkında aynı şeyi söyleyebilir miyiz? Kesinlikle. Bugünlerde davet öyküsünün ihtiyacı olan şey, teknik ayrıntısından maneviyat ve ahlakına, küçük detaylardan büyük temellere ve şekline ve dışarı odaklanmaktan özüne ve içine yoğunlaşma vurgusunun biraz değişmesidir. Bu, Şeriat ya da sevgili Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Sünnetine saygısızlık etmek için ya da haksız bir batıni yorumlama çağrısı yapmak için hiçbir şekilde bir girişim değildir fakat dinin önceliklerini uygun düzende yeniden düzenlemek için yapılan bir girişimdir.
Bizim ilahiyat mirasımız, özellikle de saygıdeğer âlimlerimizin tüm öğretilerini ve ifadelerini eklediğimizde, onu kendi çıkarları için kullanmak isteyen biri bunu yapmak için yeterli malzemeye sahip olacak kadar geniştir. İki vaiz, dinleyicilerine bir âlimin – örneğin; İmam Ahmad bin Hanbel’in – iki tezat betimlemesini verebilir ve her ikisi de bunu sadece imamın kendi ifadelerini kullanarak yapabilirdi. Bu, sadece kavramsallaştırma ile ilgili değil fakat aynı zamanda herhangi bir imamın ya da hatta şaşmaz ölçüm çubuğuna – vahiy ve Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) gelenekleri – karşı olan bir Sahabenin mesajlarının kontrolü ile ilgilidir. Bu, aynı zamanda mevcut koşullara dair uygunluğu ile ilgilidir. Kitlelere ulaşacak mesajı ayarlamaları için âlimlere ihtiyacımız var ve karşılığında hangi mesajı kabul etmeleri gerektiğini bilecek kadar öğrenecek, ancak nitelikli âlimlerin rolünü üstlenmekten imtina etmeye yetecek kadar tevazu sahibi kitlelere ihtiyacımız var. Bu hedeflere ulaşmak için âlimlik makamının güvenini yeniden inşa etmemiz şüphesiz hayati önem taşımaktadır.
Bağnazlık ve yandaşlık ile mücadele
Genç bir erkek ya da kadın yirmi yaşlarında belirli bir ilişki seçtiğinde, genellikle onları, otuz yıl yaşlanmalarına rağmen hala kendi inançlarını koruyan ve duruşunu savunan aynı grup ya da organizasyona bağlı olarak elli yaşına gelmiş olarak bulursunuz. Bu, ümmetimizin esas kısmını bir araya getiren farklı güruhlar ve gruplar genelinde doğrudur. Doğal olarak, aynı gruptaki insanlar arasında güçlü sosyal bağlar gelişir ve bu, bir bireyin inancındaki bir değişimin sosyal ve duygusal olarak pahalı hale gelmesi demektir. Allah bu olgudan şöyle bahsetmektedir:
وَقَالَ إِنَّمَا اتَّخَذْتُم مِّن دُونِ اللَّهِ أَوْثَانًا مَّوَدَّةَ بَيْنِكُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا
İbrâhim onlara şöyle demişti: “Sizler, sırf dünya hayatında aranızdaki sevgi (ve çıkar) ilişkisini sürdürmek için Allah’ı bırakıp kendinize birtakım putlar edindiniz.” [Ankebût Suresi 29:25]
Değişen bağlılıkların yüküne ek olarak ya da birinin grubunun tanımlayıcılarına karşı sadece inanç sahip olmak bile, gruplarının hükümlerinin sıkı etkileri ve onların sabit görüşlerini sürekli onaylama kovalamacası nedeniyle hatta başka düşünce tarzlarına maruz kaldıklarında bile insanlar, çarpıtılmış bir dünya görüşüne sahip olmanın açmazı içine düşerler. Bütün bu unsurlar ve diğerleri, özgür düşünsel keşfi ve düşüncenin gerçek gelişimini engeller. Bu, sadece bireyler için zararlı değil fakat ‘karşılıklı olarak gözlerin kapatan’ o gruplar için özellikle zararlıdır. Taassup (bağnazlık) olgusu, ümmetimizde ortaya çıkan yeni bir oluşum olarak tanımlanamaz. İmam Ahmed bin Hanbel, Sahih-i Buhari, Ebu Cafer Taberî, İbn Hazm, İbn Rüşd, İbn Teymiye ve diğerleri gibi bilginlerin, aydın rakipleri tarafından yapılan zulmünden başka hiçbir şey yaşamadıklarını bilirsek, bu sorunun köklerinin tarihinin ne kadar geriye dayandığını anlayabiliriz. Hemen hemen her âlimin kendi mihnahı (mahkeme) vardı. İslami grupların büyük çoğunluğu, –ideolojik, teolojik, yasal ya da diğer saflara bölünmüş olsunlar – geleneklere uygunluk ve sadakat talep ederler ve müritlerindeki hassas incelemelerin temel niteliklerini belirlemekte başarısız olurlar. Bu atmosferi değiştirmek, düşünsel bir rönesans için hayati önem taşımaktadır.
Düşünsel dürüstlük ve tarafsızlığı teşvik ederken demagoji ile mücadele
Çağdaş söylem, dünyevi işlerden habersiz, esrarlı efsanelerin peşinden körü körüne koşan, fikirlerinde ve algılarında sabit, söylemlerinde demagojik ve karşıt görüşlere karşı hoşgörüsüz, dini olarak kendini adamış bireyin, basmakalıp görüntüsünü tesis etmek için çalıştı. Bu karikatürümsü görüntü çok insafsız olsa da onu, iç gözlemimizde tamamen yabana atmamalıyız. Kusurlu insanlar olarak biz, bunlardan hiçbirinden muaf değiliz. Kimi zaman demagojimiz, şevkimizi kaybetmiş olmanın sonucudur çünkü daha iyisini bilmiyoruz; kimi zaman düşünsel ya da politik hasımlarımıza zarar vermek için kasıtlı girişimleri içerir. Tarihin ve hakikatin çarpık bir sunumu, geçmişin ve şu anın ciddi saptırılmış bir farkındalığı olan ve büyük komplo teorileri tarafından tamamen tüketilen genç bir nesil yarattı.
İçeriğin Reformu
Reform ve yenilenme ihtiyacı, Müslüman âlimlerin büyük çoğunluğu tarafından kabul edilmektedir. Yüzyıllar boyunca vuku bulmuş ve hukuksal teori ve yasalarımızın gelişimini etkilemiş durağanlığın tanınması ve onaylanması, arzu edilen yenilemeye yönelik çözüm üretmek için gereklidir. On dördüncü yüzyılın yetişmiş bir Azhari âlimi olan Şeyh Abdülvehhab Hallaf, içtihatta vuku bulan durağanlığı, dört unsura bağlamaktadır: 1) tüm alanlardaki âlimleri, kendi disiplinlerini geliştirme yolundan çıkaran Müslüman devlet içindeki siyasi bölünme ve çatışma; 2) kendi mezheplerini (düşünce okulu) destekleyerek ve doğru olduğunu kanıtlayarak, özellikle Kur’an-ı Kerim ve Sünnet kanıtlarının bütününe yapılacak tarafsız bir sorgulamayı engelleyerek, birçok âlimi aşırı merak ile meşgul eden mezhep esaslı yandaşlık; 3) âlimlerin bu süre boyunca kontrol etmeyi başaramadıkları, böylece içtihat kapısını, önemli bir durağanlık ile sonuçlanan tedbir nedeniyle önce kapattıkları “fetva karmaşası”; ve 4) bağımsız içtihat yapmaya teşebbüs eden herkese gıpta edilmesine ve küçük düşürülmesine neden olan, birçok âlimi etkileyen ahlaki çürüme.
Yenilenebilir içerik yasalarla sınırlı mı?
Bu tartışma yasalarla ilgili olarak esasen yenileme hakkında olsa da, bu soruyu cevaplamak önemlidir. Daha önce söylediğimiz gibi, akide ve İslami değerlerin esasları meseleleri, yeni hakikatlerle uyumlu yeni durumlar oluşturmak anlamında yeni içtihatlara tabi değildir. Ancak, bu kavram ve değerlerden bazılarının anlayışımızı düzeltmek için hala içtihata ihtiyacımız var. Örneğin, kader (yazgı) ve zühdün (çilecilik ya da dünyevi meselelerden el çekme) yanlış anlaşılması, ümmetin refahı için zararlı olmuştur ve herhangi bir gelişmenin başarı şansına ket vurabilir. Görünüşte kaderci ve bu dünya ile ilgisi olmayan bütün bir ulus hayal edin. Basit ifadeyle, bu kavramlara dair toplu anlayışımızı, Resûlullah (s.a.v.) ve Sahabelerinin zamanına yeniden ayarlamamız gerekiyor. Bazen toplu anlayışımızın yeniden ayarlanması, son sapmanın üzerindeki ince bir kabuğunu kaldırmak için sadece bir ya da iki yüz yıl geriye gidilmesini gerektiriyor. Diğer zamanlarda, yeniden ayarlama, öğretileri ve hayatları her zaman ışığın en parlak işaretleri ve şaşmaz ölçüm çubuğu olacak olan Resûlullah (s.a.v.) ve Sahabelerinin zamanına kadar geri gitmesini gerektiriyor. Bu, ümmet her zaman tamamen yanlış yönlendirildi demek değildir fakat vahiy ile bağdaşmayan belirli eğilimlerin, toplu vicdanımızda ve uygulamada yaygın olması (Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) kendisinin de tahmin ettiği gibi) çok muhtemeldir.
Birçok kişi, içtihat esaslı tecdidin (ya da en azından şüpheli) aleyhinde olmaya devam edecek iken, ileri gelen Müslüman âlimlerinin çoğunun, bu kavramı kabul ettiğini görmek umut vericidir. Bu münakaşanın bir konusu, her nasılsa, fıkıh esaslarının ilkelerini yeniden düzenlememiz gerekip gerekmediğidir. Aşağıdaki bölümde tartışmaya çalıştığımız şey budur.
Hukuki Teoriyi ve Tenzil Yöntemini Yenilememiz Gerekir Mi?
Müslüman âlimlerin büyük çoğunluğu, yeni içtihadın daha önce klasik âlimler tarafından ele alınmamış, yeni ortaya çıkan meseleleri ele almak için gerekli olduğuna katılmaktadırlar. Bunların çoğu aynı zamanda, yeni içtihadın, İslami fıkıh mirasındaki yerleşik fikirleri yeniden incelemek ve mevcut gerçekler için en uygun olan fikirler arasından birini seçmek için gerekli olabileceğine de katılırlardı. Bu âlimler, bireysel hükümleri yeniden incelemek için aynı yerleşik hukuki teoriyi kullanmaktan bahsediyorlar. Ancak bir grup âlim, hukuki teorinin kendisine bir “sistem yaklaşımı” getirilmesini ve tenzil yönteminin gözden geçirilmesini istiyorlar. Beklenen bir şekilde, şiddetli direnişle karşı karşıya kaldılar. Tecdidin esasları arayanlar çok çeşitlidir ve kişi önermelerini ana hatlarıyla açıklamak için aceleci olmamalıdır ve amaçlarını olduğu gibi bırakmamalıdır. Burada, hukuki teorinin ya da fıkıh esasları biliminin gözden geçirilmesine bir ihtiyaç olup olmadığını incelemeye çalışacağım.
İlk olarak, İslam âlimleri her zaman fıkıh esasları ile ilgili meselelere karşı çıkmışlardır. İmam-ı Ahmed bin Hanbel (rh), “…kim icma iddiasında bulunursa o yalan söylemiştir” dedi. İbn Rüşd (rh), Faṣl ul- maqâl wa taqreer ma bayn al-Sharee’ah wal-Ḥikmah min al-ittiṣâl adlı kitabını, din ve felsefe arasındaki uyum üzerine yazdı. Râzî (rh), bunun akılcı bir yürürlükten kaldırma olduğunu öne sürdü. Necmeddin et-Tûfî (rh), mevzuatta maslahatın (çıkar / menfaat) yerini genişletmiştir. Şihâbüddin Ahmed el-Karafî (rh), Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) geleneklerini hareket kabiliyetine dayanarak farklı sınıflara ayırdı. Bunlar, hukuk biliminin esaslarında devam eden tecdidin sadece birkaç örneğidir.
Fıkıh esasları bilimi, durağanlığa ve intikale bağlı olduğundan beri kapalı bir sistem olmadığını ifade etmesi açıktır. Ama yine de bu yazar burada, fıkıh esasları biliminin gözden geçirmeye gerek olmadığını; kayda değer bir esnekliğe sahip sağlam bir yapı olduğunu var saymaktadır. Esnekliğinden faydalanmamız ve bazılarımızın onu aceleyle gözden geçirmeyi arzulamasına neden olan tecdit sağlayan esaslarını keşfetmemiz bizim başarısızlığımızdır. Gerçekten ihtiyacımız olan şey, bu bilimde öğrenilmiş kademeli yenilemedir. Unutmamamız gerekir ki, kişi bazen çoğunluk tarafından benimsenen mevkiler olduğunu, hukuki teoride ve pratik kullanımında biraz durağanlık ve bükülmezliğe neden olduğunu kabul etmelidir. Bu pozisyonlar esas olarak içtihat alanındaydı. Burada, bu mevkilerden bazılarını ve yasaların gelişmesi üzerindeki etkilerini ele alarak başlayacağım; sonra, dini söylemimizin benimsenmesi ve yenilenmesi amaçlarına hizmet etmek için kullanılması gereken fıkıh esasları bilimi içindeki mevcut esneklikten bahsedeceğim. Son olarak, değişimin istenebileceği bazı alanları önereceğim.
Devam eden söylemin yenilenmesini engelleyen mevkiler
İcmanın aşırı bildirilmesi
Hiçbir şey içtihat esaslı yenilemeyi, icmanın aşırı bildirilmesinden daha fazla boğamazdı. Bazen, âlimler, bunların dışındakiler bir yana, dört mezhep içinde tartışılmış konular hakkında icma bildirdiler. Bu, bazen özel terminoloji kullanımı ya da sadece masum hataların sonucu nedeniyle oldu. Sıkı doğrulama uygulamaları ile bilinen o bilginler bile, Sahabeler döneminden sonra tesis edilmesi – imkânsız değilse – hayli zor yüzlerce icma vakası bildirdi. Buradaki görüşleri, fıkıh esaslarının çağdaş doğrulamasını yapan birçok âlim tarafından paylaşılan Şeyh Muhammed Hudari’den alıntı yapacağım. Şeyh Muhammed Hudari şöyle belirtmektedir:
Geriye kalan soru, [Sahabelerinin], içtihada tabi olduğu düşünülmüşken, kendilerine sunulmuş belirli bir konuda tamamen icma edip etmedikleridir. Buna belki cevap verebiliriz ve Sahabeleri ilgilendiren herhangi bir anlaşmazlıktan haberdar olmadığımız birçok konu olduğunu söyleyebiliriz. Söyleyebildiğimiz en fazla şey budur. Hepsinin müspet bir icmaya vardığının bir dereceye kadar iddia edilmesi, müstenit ispatlardan yoksun bir iddiadır. Gelecek nesillere gelince, Müslüman topraklarının genişlemesinden ve hukukçuların farklı Müslüman topraklara tehciri ve Sahabelerin müritleri ve diğerleri arasındaki sayıları hesapları ötesinde artan hukukçulardan birçoğunun, farklı siyasi mefkûreler ve şahsi menfaatlerle temayüz etmesinden sonra, bir icma tesis edilmesi iddiası, o zaman bir kişi için kabul etmesi kolay bir şey değildir. Bu, bu zamanlardaki birçok meselenin anlaşmazlık konusu olmadığı bilinmesine rağmen böyledir. Buna dayanarak Ahmed bin Hanbel’in (rh) beyanını anlayabiliriz: “Kim icma iddiasında bulunursa o yalan söylemiştir; belki de insanlar ihtilaf etmiştir; eğer bu konuda insanların ihtilaf ettiğini işitmediyse, ‘İnsanların bu konuda ihtilâf ettiklerini bilmiyorum.’ demeyi tercih etmelidir.” Bazı Hanefi âlimler, imamın, Sahabelerin icmasından başka bir icmayı kastettiğini var saymışlardı.
İbn Hazm’ın (rh) hikmetli bir âlim olduğu ve bildirimleri doğruladığı bilinenlerden biri olduğunda, âlimlerin icmalarını bildirdiği Marâtib al-Ijmâʽ adlı kitabında, İbn Teymiye’nin (rh) bu doğru olmayan bildirimlere dikkat çekmek için Naqd Marâtib al-Ijmâʽ başlıklı bir ilmi eser yazmaya sevk edildiği icmaların birçok kuşkulu bildirimleri vardı. İlginçtir ki; İbn Teymiye’nin eleştirdiği bir icma, doğruluğunu kabul ettikten sonra belli bir icmayı reddeden birinin inançsızlığını (küfür) ilgilendirmektedir.
Sadece bir koruma aracı değil, aynı zamanda da dini mutlakıyete karşı bir panzehir olan icma öğretisinin güzelliğini takdir etmek çok hayati önem taşımaktadır. Resûlullah’tan (s.a.v.) sonra kimsenin Allah adına konuşamadığı bir ulusta bu öğreti, sadece muhafazakârlık için değil, aynı zamanda verimlilik, hoşgörü ve benimsenebilirlik için bir araç sağladı. Ancak bildirilen icmaların tarafsız bir incelemesine ve onları kabul etmeden önce sıkı kıstaslar uygulamaya ihtiyacımız bulunmaktadır, çünkü salt kabul, belli bir fikirdeki kesinliği verecek ve herhangi bir ilmi münazaraya son noktayı koyacaktır. Her ne kadar bir icma olarak aynı kesinliği vermeyebilse de, sıklıkla spekülatif sonuçları olduğundan Peygambere özgü geleneklerin doğruluğunu ispatlamadan önce çok sıkı kıstaslar uyguluyoruz. Bunlara ek olarak, icma’nın büyük kısmını oluşturan doğrulanmış sükûtî icma’ya, (tacit icma) varsayımsal doğası nedeniyle sadece munzam kanıt olarak muamele etmeliyiz.
Dört mezhebin dışında bir hak olabilir mi?
Sünni İslam’daki dört mezhep, Sünni Müslümanların gurur duyması gereken düşünsel başarılardır. Binlerce âlim, disiplinler arası ve ara nesillerin sarf ettiği çabalarla düşünsel harikalar üretmeye katkıda bulundu. Onların salahiyetleri ve bizim onlara olan ihtiyacımız Arap atasözünde denildiği gibi gün gibi ortadadır. Aynı zamanda bilgi öğrencisinin, ilk önce dört okuldan birinde ders görmesi, Müslüman âlimlerin büyük çoğunluğunun da tavsiyesidir. Kişi aynı zamanda, gerçeğin, ayda yılda bir hariç, dört mezhebin fikirlerinden sapmadığını ekleyebilir. İmam İbn Teymiye (rh) şöyle belirtmektedir:
Kişinin şu sözüne gelince: “Ben, bu dört mezhepten birine bağlı kalmam!”Kişi şayet (diğer mezheplerden) geri kalanları bırakıp bizzat bir tanesine bağlı kalmayacağını kastediyorsa; muhakkak bu çok güzeldir. Hatta iki görüşten doğru olan budur. Kişi şayet “Ben, bu dört mezhebin hiç birine bağlı kalmam, bilakis onlara (tümden) muhalefet ederim” sözünü kastediyorsa; bu kimse çoğunlukla kati surette hatalı olacaktır. Çünkü hak, Şeriat [kanunları] genelinde bu dört mezhebin mevkilerinin dışına çıkmaz! İnsanlar sadece hak bu dört mezhebin mevkilerinin dışına çıkabildiği birkaç vakada ihtilaf ettiler.
Tüm bunları, bazılarını ya da bu dört mezhepten herhangi birisini küçümseyen herhangi bir girişim, ümmete ve onun mirasına karşı yapılan bir saldırıdır. Ancak, bunlarla ilgili dengeli bir anlayışa sahip olmak şarttır. Ümmetin, aşırıcılığın sarkacında sallanmaya gücü yetmez. Mezhep karşıtlığı doğru değildir fakat izgenin karşı ucundaki bazı kuramcıların inanmayı sevdikleri gibi, bizim ümmetimizin tüm rahatsızlıklarının nedeni değildir. Karmaşık olguların gerçekleşmesinin bu basit azalması, insan düşüncesinde yeni değildir. Bununla birlikte, gerçeklere ve nedensellik kavramının kendisine aşırı derecede aykırı görünmektedir. Ne de olsa, ümmetimizin bu ‘yeni olgu’dan önce iyi bir şey yaptığını iddia etmeye kim cesaret ederdi? Bu sadece dış güçler tarafından uğratılan yenilgi hakkında değil, aynı zamanda tarikatlar arası ya da mezhepler arası olsun olmasın, geri kalmışlık, iç çatışma ve taassuptur. Doğrulanabilir âlimler, fıkıh ve fıkıh âlimlerinin koşulları ile ilgili kendi zamanlarında şikâyette bulundular. Mezhepler içindeki durağanlık, fıkıh ile halkın ihtiyaçları arasında meydana gelen ayrımda, sömürge döneminden çok önce önderlerin ihtiyari kanunlar yapmak üzere zorlanması ile sonuçlandı. Buna ilaveten, neden bu ‘yeni olgu’dan etkilenmeyen ülkeler ve topluluklar, etkilenenlerden daha iyi değiller?
Unutmamamız gerekir ki; bu, ne dört mezhebin mirasının önemi hakkında bir tartışma ne de rakipler ile ilgili izgenin iki ucunda hakemlik yapma teşebbüsüdür. Buradaki tartışma, üzerinde mutabık kalmış oldukları şeylerin ötesinde, hakikatin varlığı hakkındadır – birçok Müslüman âlimin bağlayıcı bir icma olarak muamele ettiği bir mutabakat. Bazı âlimler, fetva dünyasında ve en azından yargılama meselesinde bir icma bulunduğu ve hiçbir âlimin, dört okulun dışında bir tavır ortaya koyamayacağını iddia edecek kadar ileri gitti. Dâr al-Iftâ’l-Miṣriyyah’a göre (Mısırlı fetva temsilcisi), bu mutabakat zamanla, insanların gelenekleriyle ve diğer fikirlerin kabul edilmesi ve onlara karşı duyulan güven ile değişmesine bağlıdır. Bu aynı zamanda devlet tarafından uygulanan icraya tabidir. Kişi, bu tesis edilmesi hayli zor mutabakat hakkında en çok bir noktada bazı dayanakları olabilen yöntemsel bir karar olduğunu, fakat ümmetin sonsuza kadar uymak zorunda olduğu hiçbir şekilde bağlayıcı olmayan bir icma olmadığını söyleyebilir. Erken âlimler arasındaki ihtilafın bir müceddidin başka bir müceddidin fikrine itaat etme yükümlülüğü ile ilgili olmadığını fakat onun izin verilebilirliği hakkında olduğuna burada dikkate almak ilginçtir. İmam Ebu Hanife (rh), buna izin verdi, oysa İmam Şafii (rh), bunu yasakladı: sonradan gelen, bir kimsenin kendi içtihadı aracılığıyla elde ettiği kesinlik seviyesinin, bir başkasının içtihadı aracılığıyla elde edilebilecek olanı aşmaması gerektiğini ileri sürdü.
Ne zaman belirli bir konu hakkında bir hüküm ararsak, bu, ya günümüze ait bir meseledir ya da daha önce ele alınmış olan bir meseledir. Eğer bu mesele günümüze ait ise, sonra genellikle biraz esneklik sunar ve bilhassa bağlayıcı olmayan tahric (bir mezhepteki bir mevkiye dayalı bir kıyaslanabilen azalma biçimi) dışında dört mezhebin fikri bile mevcut değildir. Eğer daha önce ele alınmış bir mesele ise, o zaman sorulacak soru, dört mezhebin mutabakatının dışında bir fikrin herhangi bir dayanağı olup olmadığı sorusudur.
Müslümanlara, dört imamın mutabakat ile çelişen fikirlerine karşı ihtiyatlı olmaları tavsiye edilirken, bu ihtiyat böyle fikirleri tamamen göz ardı etmemelidir. Ebû’l-Hattâb el-Esedî (rh) (ö. 510 HT), At-tamheed fi uṣool al-fiqh adlı kitabında şöyle belirtmektedir:
İcmanın [salahiyetine] dair ispatların, onlar (dört imamın mutabakatı) ile alakası yoktur, çünkü onlar ümmetin müminleri arasındadırlar ve imamlar olarak içtimai vaziyetleri, icmanın hükümlerini değiştirmez.
İbn Teymiye (rh) aynı görüşe sahipti ve dört imamın bazı müritlerinin mutabakatlarından ayrı düştüğü birçok örnekten bahsetti. İmam Şihâbüddin Ahmed el-Karafî (rh), dört mezhepten birine uyan mutabakatı İbnü’s-Salâh’tan (rh) haber veren âlimlerden biri olmasına karşın, farklı bir yerde (ve bağlamda), her kim din değiştirip İslam’a girerse, âlimlerden herhangi birine sorabileceği ve belli olanlara sormak zorunda olmadıkları ve Ebu Bekir ve Ömer’e soran kişinin, hala Muâz ve Ebu Hureyre ve diğerlerine sorabileceğine dair Sahabeler zamanında bir icma edildiğini söyledi ve bunun için ispat üretmek amacıyla bu icmaların hükümsüz kaldığını iddia eden herkese meydan okudu. Imam Ibn Hacer el Heytemi (rh), bir bilgine, iyi belgelendiği ve koşulları ve gerekli tüm detaylar bilindiği sürece dört mezhebin dışında bir içtihate uymak için izin verildiğini açıkladı ve bu düşünceyi Taqi al-Din al-Subki’ye (rh) bağladı.
İmam-Nafrâwi el-Maliki (rh), bu fikri doğrulanabilir âlimlerin bazılarına bağladı.
Açık olması gereken şey şu ki; dört mezhebin mutabakatının icma tesis ettiğine dair meşru bir gerekçe bulunmamaktadır ve eğer tesis edilmiyorsa, o zaman mutabakatlarını mevzuatın kaynaklarına ilave etmek için hiçbir gerekçe yoktur. Onların mutabakatı, müceddidin dikkatle ilerlemesi ve müceddid olmayanların durması için bir uyarı işareti olarak hizmet etmelidir. Yukarıda belirtildiği gibi, halkın dört mezhepten biri dışındakilere uymasına izin vermeyenler bile hakikatin kendi mutabakatların dışında var olabileceği ve fıkıh âlimlerinin dört okulun dışındaki fikirleri benimsemelerine izin verdiklerini kabul etti. Hukuki teoride var olan esnekliği tartışmamızda da belirtildiği gibi, aynı zamanda maksattaki salahiyetsiz fikirlerin geçerli sebeplerle kullanılmasına da izin verdiler.
Zamanımızda, insanları düzensiz fetvaların karmaşasından korumak için yapılabilecek şey, (daha sonra ele alınacak olan) bu dört mezhebin mutabakatına karşıt olan ana akım mevkilerde takip edilmesi gereken kılavuz ilkelere vurgu yapmak ve Şeyh Mustafa Ez Zerkâ, içtihat kapılarını yeniden açmaktan bahsederken belirttiği gibi yeni mevkilerde daha fazla geçerlilik sunan toplu içtihatın amacını ilerletmektir.
Yeni bir toplu içtihat örneği, insanların inşa edilmemiş evleri satın alabilmesi ve bu evlerin parasını taksitler halinde ödeyebilmesi vasıtasıyla yapım sözleşmesini (‘aqd al-istiṣnâ’) ilgilendiren İİT (İslam İşbirliği Teşkilatı) Fıkıh Kurulu hükmüdür. Bu işlem, Mâliki, Şafii ve Hanbelî okulları tarafından tüm fiyatın derhal ödenmesi dâhil olmak üzere, tüm salam koşullarına uygulanması anlamına gelen bir tür salam (peşin ödeme ile satış) olarak kabul edilir. Bu özel durumun sebebi, hem ödemenin hem de malın tesliminin gecikmesi nedeniyle işlemin yasaklanmamasıdır (bayʽ al-kâli ‘bil-kâli’). Ancak, İmam Ebu Hanife, bunu, mal üretimini içerdiğinden salam’dan farklı olarak ayrı bir sözleşme olduğunu düşünmektedir. Bu durum, alıcının malın ücretini taksitler halinde ödemesine izin verir. Yine de, Ebu Hanife’ye göre, bu sözleşme malın teslimi için bir son teslim tarihi belirlenirse, salam haline dönüşecektir. Onun iki müridi farklı bir durumda ilerledi ve bir son teslim tarihi belirlemeye izin verdi. İİT Fıkıh Kurulu, bir son teslim tarihi belirlenmesi gerektiği ve bunun sözleşmeyi, istisna sözleşmeden salam sözleşmeye değiştirmemesi ve ertelenmiş ödemelere izin vermesi gerektiğini belirtti. Bu suretle, Kurul, eğer mülkün doğru bir tanımı varsa, evlerin inşaat öncesinde satılmasını ve bedelinin taksitler halinde ödenmesini onayladı. Bu, büyük bir endüstrinin zenginleşmesi için hayati önem taşıyan önemli bir hükümdür. Bunun, başlıca bir fıkıh meclisi tarafından kabul edilmesi, dört mezhebin yetkili görüşü ile tezat oluşturan, algılanan çelişkisi nedeniyle birçok insanın sahip olabileceği rahatsızlığı giderdi. Aynı şey, İbn Teymiye’nin bileşik üç bölümden oluşan boşanma hakkındaki görüşü için de söylenebilir. Bunu, tek bir boşanma olarak hesapladı. Onun görüşü, dört mezhebin yetkili görüşlerine ters düşmekteydi. Mısır, Suriye ve Ürdün dâhil olmak üzere birçok Müslüman ülkede bu fikrin fetva temsilcileri tarafından benimsenmesi, ana akımın rızasına danışılmıştı. Özet olarak, kişi, dört mezhebin sözleşmesini dışındaki fikirlerin ana akımlaştırılmasının, toplu içtihat tarafından onaylanmasına ya da doğrulayıcı âlimlerden oluşan büyük bir grup tarafından kabul edilmesine tabi olması gerektiğini söyleyebilir.
Hukuki Teori İçindeki Esneklik (Fıkıh Esasları)
Şeriatın Amaçları ve Reform
Şeriatın maksadı ve tecdit içindeki rolleri, sıklıkla ve hararetle tartışılan bir konudur. Şeriatın birincil amaçları, âlimler tarafından istidlal edildiği gibi dinin, yaşamın, idrak kabiliyetinin, nesebin, şerefin ve insanların servetlerinin korunmasıdır. Şeriat, sadece bu hedefler arasında önem sıralaması yapmakla kalmaz, aynı zamanda her birinin içindeki üç seviyeyi de tanır: lüks tüketimler, ihtiyaçlar ve acil gereklilikler. Mükemmelliğin üçüncü bir yönü, acil gereklilikler ve bir dereceye kadar ihtiyaçlar için de ayrıcalıklar sağlayan Şeriatın esnekliğidir.
Önde gelen Faslı eleştirmen ve felsefe profesörü Muhammed Abid el-Cabirî (rh) Wijhat naẓar adlı kitabında belirlediği gibi, İslami toplu zihni ıslah etmenin bir yolunu arayan Müslüman düşünürlerin, maksadın kullanılmasının bu reformun anahtarı olacağına dair umutları vardı. Böyle bir kullanımın – hükümlerin uygulanmasının amaçlandığı hakikatin doğru bir şekilde anlaşılması ile ilgili – Müslüman cemaatlerinde büyük bir uyanışa yol açacağını sezdiler. Hiç şüphesiz bu doğrudur. Ancak, bazıları maksadı, fıkıh kitaplarında ve hatta metinsel ispatlarda bile, fıkıh kitaplarındaki ayrıntılı hükümlerden ayrı olarak kullanmaya çalıştığında, bir sorun ortaya çıkmaktadır. Maksat, Platon’un insan bilincinin sınırını aşan temel değerleri (doğruluk, güzellik ve iyilik) ve Fransız Devrimi’nin sloganı (özgürlük, kardeşlik ve eşitlik) gibi İslam hukukundaki soyutlamanın en yüksek seviyesidir. Her ne kadar insanlar bu değerlerin faziletleri üzerinde sürekli olarak tartışsalar da, onlar hakkında yol haritası üzerinde sonsuza dek sürtüşmüşlerdir. Şeriatın parladığı yer burasıdır, çünkü o, büyük hedeflerin ve değerlerin gerçekleşmesine yönelik rehberlik sağlamakta, gidişat için insanlığın susuzluğunu gidermektedir. Dilbilimsel olarak Şeriat (shareeʽah), bir su kaynağına götüren bir yolu ifade eder. Su, fiziksel olarak yaşam dayanağımız olduğundan elzemdir ve Allah’ın İlahi rehberliği için yakarmak, manevi (ve genel) yaşam dayanağımız olduğundan çok önemlidir.
Maksadın yararını abartmış olanlarla ve fıkıh âlimlerinin içtihadına rehberlik etmede rollerini reddedenler arasındaki orta mevki, fıkıh âlimlerinin her zaman maksada dikkat etmeleri gerektiği (akılcı ispatların tartışılmasında ele alındığı gibi), fakat o hedefleri gerçekleştirmek için detaylı hükümleri, tenzil yöntemini ya da yasal ilkeleri savuşturmaması gerektiğidir. Maksada ulaşmak için istihsan ya da diğer yasal araçları kullanmaya karar verirlerse, geçerli bir gerekçe sunmalıdırlar. Maksadı fıkıh esasları içinde düzenleyen tenzil yönteminden ödün vermeksizin kullanmak için en uygun olanlar bu hukuk uzmanlarıdır. Metinsel ispatların ve hukuki ilkelerin (al-qawâ’id al-fiqhiyyah) doğru bir şekilde anlaşılması yoluyla her zaman uygun bir şekilde gerçekleşmelerine bir yol bulabilirler; sonraki, maksattan daha düşük bir soyutlama düzeyine sahiptir ve bu suretle çok daha fazla hesaplanabilir durumdadır.
Tecdidi isteyen birçoklarının maksadı anlama yoluyla yaptığı hata, o maksatların bağımsız olarak gerçekleştirilmesinde insan aklının kapasitesinin büyütülmesidir. Onların tamamen karşıt muhaliflerinin içine düştüğü hata, bir durağanlık haliyle sonuçlanan ve Şeriatı, sürekli değişen gerçekleri ele almadaki esnekliğinden mahrum eden insan aklını küçümsemeleridir –insan bilincinin sınırlarını aşan canlılığını garanti eden göze çarpan bir nitelik.
İnsan aklının rolü
Buradaki baskı yapan soru, insan aklının, yukarıda belirtilen maksadı gerçekleştirmede yeterli olup olamayacağıdır. Âlimler, insanoğlunun, iyi ve kötüyü (hasan ve qabeeḥ) ayırt etme yeteneğine ilişkin olarak aynı fikirde değildiler. Muʽtazilah okulu, insan aklının bu konuda tamamen yetkin (ve aynı zamanda ona karşı sorumlu) olduğuna inandı. Birçok Ashʽaris ve bazı Asariler, bunun öyle olmadığını söylemişlerdir (fakat hukuk meselelerinde hala akılcı düşünceyi kullanmışlardır). Birçok Maturidi ve İbn Teymiye de dâhil olmak üzere Asariler, orta fikirde olmayı sürdürdüler ve insan aklının muhakeme yeteneğine kısmen vakıf olduğunu söylediler; fakat bu benlik, önyargı, cehalet vb. ile eksik ve bulanıktır. Ashʽaris gibi, insanların Allah’tan bir vahiy gelene kadar bu muhakeme yeteneğine bağlı olarak sorumlu olmadıklarını da savundular. Son fikir çok büyük fazilete sahiptir çünkü tüm insanlar temel ahlak değerlerinin tarafsız nesnel tutarlı bir sistemi üzerinde bir düzeyde aynı fikirdeler. Şeriat, her insanda var olan muhakeme yeteneğini kabul eder; bu, fıtrat (doğal eğilim) olarak adlandırır. İbn Teymiye’nin (rh) Ehl-i Sünnet’in çoğunluğuna atfettiği bu fikre dayanarak aklın, Şeriat ve maksadının sağlam bir şekilde anlaşılmasını ve Şeriatın, içinde faaliyet gösterdiği hakikatin açık bir şekilde anlaşılmasını sağlayarak, o yol haritasının çizilmesinde büyük rolü bulunmaktadır.
Akıl ile Şeriat arasındaki karşılıklı etkileşiminden bahsetmeden önce, işleyişin ilgili kavramlarını sormalıyız. Hayatımızın hangi kısımları ve ne kadarı Şeriat tarafından kontrol ediliyor ve insan düşüncesi için ne kadarı kalıyor? Müslümanlar olarak, İlahi olana itaat ediyoruz. Hayatın kendisi O’ndan bir armağandır. Hayatı, O’nunla ve O’nun için yaşıyoruz. Bununla birlikte, İlahi olanın kendi tasarrufu altında olmamıza rağmen, kendi kararlarımızı vermemiz için İlahi olan bizi ne kadar izin veriyor? Müslümanlar olarak, modern söylemimizdeki İlahi olan ile laik olan arasındaki tartışma konusu gergindir. Çoğu zaman laikliğin savunucuları, İlahi olanın “kamusal alanda” bulunan yerine saldırır. Ancak, aynı zamanda bunun tersi de doğruysa, kendi kendimize sormamız gerekir. Hastaları, Peygambere özgü ilaçlarla tedavi ettiğini iddia eden klinikleri duyduğunuzda, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) kendisine ve öğretilerine karşı saldırgan fikri bulmalısınız. Resûlullah (s.a.v.), en nihayetinde aşağıdakini buyuran kişidir,
أَنْتُمْ أَعْلَمُ بِأَمْرِ دُنْيَاكُمْ.
Dünyanın işleri hakkında en iyisini sen bilirsin. (Sahih-i Müslim tarafından bildirilmiştir.)
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) bazı ilaçları reçete ettiği doğrudur. Bununla birlikte, bu reçetelerin sadece çok azının kaynağının İlahi vahiy olduğuna dair bir işarete sahiptir. Aksi takdirde, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), yaşadığı zamanda ve yerde kendisine uygun aynı ilaçları kullandı. Ibn Kayyim el Cevziyye (rh) gibi bazı âlimler tüm reçetelerin hatasız olduğuna inanmışken, Kadı İyad ibn Musa (rh) ve İbn-i Haldun (rh) gibi diğerleri, hatasız olmadıklarına inandılar. İlahi bir kaynağın bazı belirtilerine sahip birkaç reçete hariç ikinci durum, yukarıdaki hadis ile daha tutarlı görünüyor, İbn-i Haldun’un işaret ettiği gibi Resûlullah (s.a.v.) bize tıp ve benzerleri hakkında değil, din hakkında bilgi vermeye geldi. Hangi durumda daha rahat olursanız olun, atlanmaması gereken gerçek şu ki; ‘Peygambere özgü tıp’ denilen ayrı bir ilaç türü yoktur.
Tartışma, politika, ekonomi ya da kamu politikasının diğer yönleri ile ilgili olduğunda, mesele daha çekişmeli oluyor. Bu meselelerle ilgili İslami emirler ve rehberler olması beklenmelidir. Öyle görünüyor ki, bunu bağlayıcı olarak kabul edersek, ‘çoğunluğun hükmü’ olarak tercüme edilebilen şurâ (istişare) kavramı gibi en belirgin olanlardan bazılarını seçerek terk ettik. Unutmamamız gerekir ki, insan yaratıcılığına izin vermek ve farklı zamanlarda ve yerlerde neyin uygun olduğuna karar vermek üzere insan aklında bolca yer bırakmak için o alanlar, çok hafif bir şekilde düzenlenmiş ve ayrıntılı bir emir olmadan bırakılmış gibi görünüyor. Doğrudan demokrasiye uymaya emredilmiş olsaydık, emir, on iki yüzyılı aşkın süredir uygulanamazdı çünkü sadece mantıksal olarak imkânsızdı. Onu, belirli koşullarda daha uygun buldularsa, insanları temsil eden oligarşinin bir türünü seçmekten men ederdi. İslam’a karşı daha kapitalist ya da sosyalist ya da tamamen ayrı bir sistem olmakla ilgili sonsuz tartışma, bu tartışmanın samimi bilginler ve düşünürler arasında yer almasına izin vermiş bu alandaki hafif düzenlemenin bir göstergesidir.
İlahi olan ve laik olan arasındaki sınırların ötesinde, akıl ve Şeriat arasındaki karşılıklı etkileşim muazzamdır. Vahiy ve gelenek metni tarafından yönlendirilen aklın rollerinden biri, vahiy, maksat, İslami hukuki temel ilkeleri ışığında geleneği incelemek ve hangi görüşlerin en savunulabilir ve en uygun olduğunu belirlemektir. Ibn Kayyim el Cevziyye (rh) şöyle yazmıştır:
Temeli ve binasıyla şeriat; hikmete, kulların dünya ve ahiret maslahatına dayanır. Şeriatın tamamı adalet, tamamı maslahat, tamamı rahmet ve tamamı hikmettir. Her mesele ki adaletten zulme, rahmetten merhametsizliğe, maslahattan mefsedete, hikmetten abese dönüştürülürse, te’vil yoluyla dahi olsa bu durum şeriatla bağdaşmaz.
Şeriata (burada fıkhi miras anlamına gelir) te’vil (yanlış yorumlama) yoluyla ile dâhil edilmiş bu fikirlerin tanımlanması gerekmektedir. Âlimlerin büyük mirasının eleştirel incelenmesi, nitelikli bilirkişiler tarafından uygun amaçlar için ve hayatlarını dine ve çalışma dallarını hizmet ederek harcayan düşünsel büyüklerimize olan saygıyla yapıldığı sürece, Şeriata yapılan bir saldırı değildir.
Aklın burada değişen gerçeklerle ilgili başka bir rolü vardır. Bir fetva özel bir hükümdür ya da Şeriatın uygun hale getirilmiş detaylarda uygulanmasıdır, bu yüzden belirli bir durum için bir hükmün özelleştirilmesidir. Burada bir insan unsuru daha vardır – ve daha sonra büyük bir hata payı – bir fetva, yargılanan durumu anlamanın yanı sıra Şeriat metinlerini anlamayı gerektirmektedir. Buna, son iki yüz yıl içinde dünyada gerçekleşen muazzam değişiklikleri eklediğinizde, onları mevcut gerçekliklere uygulamak için acele etmeden önce, klasik fıkıh kitaplarındaki fetvaları incelemede ne kadar çaba harcanması gerektiğini takdir edebileceksiniz. İmam Fahreddin er-Râzî’nin (rh) ifadesine göre hareket edersek, faaliyet alanının (dhahâb al-maḥal) noksan olması nedeniyle bir hükmün nesh edildiği çok fazla akılcı nesh olacaktır. Bununla birlikte, burada ‘nesh’ kelimesi er-Râzî (rh) tarafından genel hatlarıyla kullanılmış olabilir. Şihâbüddin Ahmed el-Karafî’nin (rh) işaret ettiği gibi, uygulama şartlarının noksan olması nedeniyle hükmün uygulanamaz olduğunu basitçe söyleyebiliriz. Örneğin, imamın (Müslüman devletin başı) Kureyş kabilesinden olması durumu, İbn-i Haldun’un savunduğu gibi çatışmayı ve Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) halefi olma hakkının yarattığı karmaşayı basitçe ortadan kaldırmak için olmuş olabilirdi. Bu günlerde, milyonlarca insan köklerini izini Kureyş’e doğru sürmektedir ve iddialarının doğruluğunu kanıtlamak için güvenilir hiçbir yol bulunmamaktadır. Bu nedenle hüküm, birçok kişi tarafından uygulanamaz olarak kabul edilir.
Farklı bilim dallarına ve insanların faaliyet alanlarına hâkim olanlar, İslami değer sistemini kendi içlerinde kullanan en iyi insanlar olurlardı. Âlimlerin, onlara uygun rehberlik sağlamaları için bu alanlara biraz hâkim olmaları gerekmektedir. O zaman, âlimlerin uzmanlık alanlarındaki fetva için en çok aranabilecekleri içtihat bölümüne başvurmalıyız. Eğer bu her zaman mümkün değilse, o zaman çeşitli uzmanları dinledikten ve asıl konuyla ilgili yeterince bilgi edindikten sonra bu tür hususlardaki fetvalar, en son imza sahibi olan fıkıh âlimleri ile birlikte toplu olarak üstlenilmesi gerekebilir.
Akılcı ispatları kullanılmasının genişletilmesi
Mevcut hukuksal teorimizde, metinsel ispatların (Kur’an-ı Kerim, Sünnet ve Sahabelerin fetvaları) gücü üzerinde beklenen bir vurgu vardır fakat aynı zamanda kıyas (örneksemeli akıl yürütme), al-maṣlaḥah al-mursalah (kamu menfaati, kamu refahı), istihsan (hukuki tercih), örf (norm ve gelenekler) ve sadd / fatḥ al-dharâ’iʽ (araçları sırasıyla kötüye ve iyiye kapatmak ve açmak) gibi sayısız akılcı ispatların bir kabulü de bulunmaktadır. Fıkıh âlimleri, maksat ve yasaların bilgeliğinin farkına vardığında onlara yaklaşırken bu akılcı ispatlar, yenilenmeyi mümkün kılan araçlar için mükemmel bir bilgi havuzu sağlar.
Örneğin, kıyasın farklı biçimleri, fıkhın bütününe büyük bir işlenebilirlik ve güç sağlar; bu özellikle maksada ve eşitlik ilkesine daha fazla riayet eden daha az teknik kıyas için doğrudur. Ayrıca, ‘illaha (hükmün tesadüfî olayı) ilaveten hikmetin (bilgelik; belirli bir hükmün mevzuatının ardındaki temel neden) kullanılması, kıyasa büyük canlılık verecektir. Görünür (zahir) ve ölçülebilir (mundabiṭ) olduğunda hikmetin kullanılması, Seyfüddin Amidî, İbn-i Hacib, eş Şafi el-Hindi ve birçok Hanbelîlerin fikridir. Bu aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’in, hükümleri, mevzuatının nihai hikmetine bağladığı yoldur. Bazı âlimler, kıyasın hikmete dayandırılamayacağını vurgulasa bile, onları kıyas uygulamasında dikkate alırken bulursunuz. Bunun iyi bir örneği, vahiy metninde herhangi bir kesin ispat bulunmayan, hastalık için duaları birleştirme hükmüdür: Malikileri, Hanbelîleri ve birçok Şafiyi buna izin verirken, zorlukları önleme temelinde, seyahat ve uzun süren kanamalar için duaları birleştirmeye dair hükmün benzerliklerini kullanırken bulursunuz. Zorluklar, seyahat için duaların birleştirilmesinde ‘illah (müstacel amil) değil; daha çok hikmettir (mevzuatın arkasındaki bilgelik). Hanbelîleri, zorluğa ya da bir kişinin sağlığına, itibarına ve hatta geçimine ilişkin zarara neden olabilecek çeşitli sebepleri dâhil etmek üzere duaları birleştirmeye dair geçerli mazeret listesini daha da genişletmek üzere bu gerekçeleri kullanırken buluruz. İbn Teymiye (rh), onu bırakırsa, hamurunun bozulacağından korkan bir fırıncıyı dâhil etmek üzere buna şerh koydu. Bu aynı zamanda, Tatar askerlerinin içki içmelerini engellememeleri için müritlerini durdurmaya onu yönlendiren İbn Teymiye’nin sarhoşluk yasağının bilgelik anlayışı idi. İşgalciler sarhoş olmuşlarsa, insanlar bir süreliğine onların kötülüklerinden korunabilirlerdi; çünkü ayık oldukları her zaman şehri yağmaladıklarını ve kötülük saçtıklarını kanıtlamaya çalıştı.
Hikmetin değerlendirilmesi, onu kıyas içinde kullanmakla sınırlı değildir, fakat nass (vahiy metninin) anlayışının kendisini etkiler. Örneğin, Hanefileri ve Malikileri, bir bildirimin toprağı kastetmek üzere sınırlandırılmış ifadesine dayananların aksine, yeryüzündeki herhangi bir yüzeyinin bunun için elverişli olduğunu düşündükleri teyemmüm (kuru abdest alma) mevzuatının arkasındaki nihai bilgeliği değerlendirirken bulursunuz.
Hikmetin değerlendirilmesi, aynı zamanda Şeriatın ülkülerine ve hedeflerine hizmet etmekten çok, hayal kırıklığı yaratabilecek aslına uygunluk ve bilimsel niteliklerine karşı bir deva olan istihsan kavramının gerisinde kalmaktadır. Bu, adalet ve kamu yararı ideallerine daha iyi bir şekilde hizmet eden alternatif bir lehte tesis edilmiş bir mukayeseyi bir kenara koymaktadır. İmam Ebu Hanife (rh) ve onun başlıca müritleri tarafından ilk başta kabul edilen bu istihsan şekli, İbn Teymiye’nin de dikkate aldığı gibi, bunu uygulayan geç Hanefi âlimlerinin bazılarıyla karşılaştıklarında İmam Şafii ve İmam Ahmed bin Hanbel tarafından şiddetle aleyhinde bulunulan şekli değildir. Seyfüddin Amidî (Şafi hukuk bilgini), istihsanın açıkça kınamasına rağmen, İmam Şafii’nin (râ), birkaç kez istihsana başvurduğunu belirtti.
Uygulamalı bir örnek vermek gerekirse, hukuk bilginlerimiz, borcu olan birinin zekâtlarını hesaplarken borçlarını varlıklarından çıkartabileceği konusunda geleneksel olarak mutabık kaldılar. Ancak günümüzde insanlar, evler ve yatırım araçları gibi dayanıklı varlıkları satın almak için borca giriyorlar. İnsanların kendi ipoteklerini ve fabrikalarına makineler almak için üstlendikleri borçları zekâtlarından düşmelerine izin verirsek, birçok zengin insan hiç zekât ödemez. Âlimler, insanların yatırım için üstlendikleri borçları, hukuki tercihler vasıtasıyla ‘zekât verilebilir’ varlıklardan düşülebilecek olan borçların dışında bıraktılar. Bu istihsan, yoksulların haklarına öncelik verilmesi de dâhil olmak üzere zekât mevzuatının ve hedeflerinin ve hikmetinin ruhuna harfiyen uymaktadır. Maslahatın Şeriattaki yerinin, hukuk bilginleri tarafından teorideki istihsanı (fayda edinme) bir mevzuat kaynağı olarak kabul edilip edilmediği belirlenir. Gerçek şu ki; hükümlerin fiili tenzilindekilerin hepsi,
maslahat sayıldı. Soru, maslahatın değerlendirilmesi ile ilgili değil, vahiy metninin açık ya da zımni anlamı karşısındaki gücüdür. Kişi, âlimlerin bu konuda ters düştüğünü keşfetmektedir: onların görüşleri, istihsana neredeyse kontrolsüz yetki veren Necmeddin et-Tûfî’den (rh), vahiydeki mevzuatın daha kuvvetli bir dayanağının olmadığı ve hatta o zaman bu belirli maslahatın, Şeriat tarafından kabul edilmesini gerektiren örneklere sınırlanmış diğerlerine kadar geniş bir yelpazeye yayılmaktadır. Eğer bunu tecdit içindeki maksat rolüne bağlarsak, Şeriatın maksadı ile uyumlu herhangi bir faydaya yer vermek için tanınabilir maksadı genişletebiliriz: yani, salim akıl tarafından tanınan tüm faydalar. Algılanan fayda ile vahiy metninin arasında bir çatışma olduğunda, her ikisinin de dikkatli bir incelemesi, fıkhın nitelikli hocaları tarafından temin edilir. İster fayda takdirinde olsun ister birleşik mükellefiyetsiz zararların görmezden gelinmesinden dolayı olsun ister nass anlayışımızda olsun, hata her zaman vardır.
“Geleneklerin bağlayıcı olması”, Şeriatın yasal bir düsturudur. Şeriata itiraz etmeyen örfe bu nedenle yetki verilir ve delil olarak kabul edilir. Diğer bir deyişle, Yasa Getirici, bağımsız bir hukuk kaynağı olarak değil, ama genellikle naasın doğru uygulanmasını sağlayacak ikincil unsur olarak kişilerarası ilişkilere dair hükümlerde, gelenekleri belirleyici bir unsur olarak değerlendirir.
Allah şöyle buyurmaktadır;
خُذْ الْعَفْوَ وَأمُرْ بِالْعُرْفِ وَأعْرِضْ عَنْ الْجَاهِلِينَ
Kolaylığı seç, iyi olanı emret, cahillere aldırma! [A’râf Suresi 7:199]
Allah şöyle buyurmaktadır;
وَلَهُنَّ مِثْلُ الَّذِي عَلَيهِنَّ بِالْمَعْرُوفِ
Kadınların, mâkul ve meşru ölçülerde ödevlerine denk hakları vardır. [Bakara Suresi 2:228]
‘iyi olarak bilinen’ ve ‘makul olarak değerlendirilen’ şey, vahyin açık bir metni ile çelişki olmadığı sürece, toplumun ya da cemaatin kararına bırakılır.
Toplumsal normların dikkate alınmasının bir örneği, Ebu Davut’un babasının gücüne dair Haram bin Muhayyiṣah’dan rivayet ettiğine göre;
Bera bin Azib’e ait dişi bir deve bir adamın bostanına girip, içindekileri ifsad etti. Allah’ın Resulü (s.a.v.), bostanı gündüz beklemenin, bostan sahiplerine ait olduğuna, hayvanı gece bekleyip içeri salmamanın, hayvan sahiplerine ait olduğuna, hayvanın gece ifsad ettiklerinin ceremesini hayvan sahipleri ödemesine hükmetti.
Farklı bir zamanda ya da yerde insanlar, çiftlik hayvanlarının sahiplerinin, hayvanlarını her zaman gözlemesi gerektiğine katılıyorsa, onların örfleri (gelenekleri), aralarındaki hükmün temeli olacaktır. İmam El-Karafi şunları belirtti:
Gelenekler her değiştiğinde, bunu dikkate alın ve ne zaman sona ererse, (denklemden) çıkarın ve tüm hayatınızı kitaplarda yazılmış olana sıkı sıkıya bağlamayın. Benzer biçimde, bölgenizin dışından birisi fetvalarını almaya geldiğinde, ona kendi örflerinizi dayatmayın. Yerine onun örflerini sorun ve fetvanızı bunlara dayandırın, kendi örflerinize ya da kitaplarınızda yerleşmiş olanlara değil. Bu yalın hakikattir; aktarılan emirlerin uygulanmasındaki katılık, dinde yanlış yönlendirme ve Müslüman âlimlerin ve takva ehli seleflerinin amaçlarının cehaletidir.
İmam İbn Kayyim el Cevziyye (rh) şöyle yazmıştır:
Her kim örf, gelenek, zaman ve mekân ve kendi şartlarındaki farklılıklara rağmen, kitaplarda aktarılana dayanarak fetva verirse, o doğru yoldan sapmıştır. Dine karşı işlediği suç, ülkelerine, geleneklerine, zamanlarına ve kişisel temayüllerine bakılmaksızın tüm insanlara, tıp kitaplarında bulunanlarla muamele edenlerden birinin işlediği suçtan daha büyüktür. Bu cahil müftüler ve hekimler, halkın dinine ve vücutlarına en çok zarar verenlerdir. Yardım istenecek olan sadece Allah’tır.
Bu düstur sayesinde, Şeriat insanların değişen normlarını, geleneklerini ve göreneklerini kabul eder ve farklı ulusların kültürel kimliklerini korur. Bu aynı zamanda, farklı nesillerdeki insanların yaşamak zorunda olduğu değişimleri barındıran farklı zamanlardaki insanlar için de geçerlidir. Özetle, maksat ve vahiy metniyle belirlenen sınırlara harfiyen uyulması ve hakiki icma tarafından rehberlik edilen akılcı ispatın kullanımının genişletilmesi, büyük bir esneklik kaynağı sağlayacak ve bir tecdit aracı olarak hizmet edecektir.
İçtihatın mevcut teorisindeki esneklik
Daha önceki âlimlerden alıntı yaparak, İbn Teymiye şöyle belirtmektedir:
إجماعهم حجة قاطعة واختالفهم رحمة واسعة
Onların [âlimlerin] icma etmesi kesin bir ispattır ve fikir ayrılıkları büyük bir merhamettir.
Fıkhi mirasımızın enginliği ve farklı mezhepler ve bağımsız müceddidler arasındaki birçok anlaşmazlık, bazı fıkıh öğrencileri ve genç fıkıh âlimlerinde hayal kırıklığına sebep oldu. Bununla birlikte bu, yenilemeyi sağlayan önemli bir esneklik kaynağıdır. En çok tanınan dört okulun birçok müridi, halk için bile bir mezhepten diğerine geçişlere (tenakkul) ve farklı mezheplerden tagayyür (uzman seçimi) ya da mevkilerin birleştirilmesine (telfik) olanak tanıdı; bu, kendi mezheplerine tamamen bağlı olanların dışındaki âlimler tarafından çağdaş fıkıh kurullarında sıklıkla yapılan bir şeydir.
Bir mezhepten diğerine yapılan tenakkul kavramıyla ilgili olarak, İmam İbn Nüceym el-Hanefi şöyle yazar:
Günümüzde olduğu gibi mezhebin tedvin edilmesinden sonra bile, birinin hoşnut olduğu herhangi bir müceddide uymasına müsaade edilebilir. Ayrıca kendi mezhebinden başka mezhebe geçmesine de müsaade edilebilir fakat ruhsat aramamalıdır ve bunu yaptıysa, sapkın [fâsık] mı olurdu? İki görüş [vardır]. Tefsirci şöyle söyledi, en mümtaz görüş; fâsık değildir, en iyisini Allah’ın bilir. At-tatârkhaniyah adlı eserin başında, [yazar], dini hükümler üzerine iki bölüm yazdı; ilk bölümüm özeti, Ebu Yusuf, bir fetvanın sadece bir müceddin tarafından verilmesine müsaade edildiğini söylerken, Muhammed, doğru görüşleri yaptığı hatalardan sayıca fazla olan herkesin fetvayı vermesine müsaade etti. El-İskaf’ın rivayet ettiğine göre, bir kasabada en bilgili olanın [fetvalar vermekten] kaçınmak için bir mazereti yoktur.
İmam Zekeriyyâ el-Ensârî şöyle söylemektedir:
Eğer mezhep bugünkü gibi tedvin edildi ise, müceddid olmayanın seçtiği herhangi bir müceddide uymasına müsaade edilir. O halde, Sahabeler eskiden, bir zamanda bir kimseye, bir başka zamanda bir başkasına sorduğundan, onlar bazı meselelerde (onlardan) her birini [herhangi birinin uygulamasından] hiçbir feragat etmeksizin uyabilirler. Daha fazla bilgili olanı aramaya bağlı olduğunu ya da onlardan herhangi birini seçmesine müsaade ettiğimizi söylemiş olsak da olmasak da, kıble ile ilgili içtihatlarında bazen birini ve diğer zamanlarda bir başka birini izlediği zaman “kendi mezhebinden” başka bir mezhebe de geçebilir. Ancak onların seçilmesi, kişinin dini hürmetkârlığından ödün vermesine yol açtığı için ruhsat aramayabilir. “eğer yine de onları farklı mezheplerden seçer ise, sapkın (fâsık) olur mu? İki görüş vardır; en muteber olanı: Hayır.”Bu, onları belgelendirilmemiş mezhepten seçenden farklıdır, eğer erken dönemde yaşasaydı, şüphesiz bir sapkın (fâsık) olmazdı fakat sonraki çağlarda yaşadı ise görünüşe göre muhakkak bir sapkın (fâsık) olurdu.
Hanbelîler bu kavrama katılmaktadırlar ve hatta Ebu’l Hattab el Kaludani (rh) buna dair icmayı örnek olarak göstermektedir. Kadı Ebu Ya’la (rh) öğrencilerine ve diğer âlimler tarafından verilen fetvalarda bir ayrıcalık bulmasını isteyen diğer insanlara izin veren, onları zaman zaman Abdulvahap El-Varak, İshak ya da Ebû-Sevr’e ve hatta âlimlerin herhangi birini sormak için toplandıkları yerlere bile havale eden Ahmet’ten birçok rivayeti örnek olarak göstermektedir.
Ebu Yala’ya (ö. 458 AH) göre, kavramın dört mezhep ile sınırlı olmadığı aşikârdır.
Zayıf ya da yetkisiz fikirletin kullanılması
Marâqi as- soʽood adlı eserin yazarı Maliki’nin aşağıdaki dizelerinde olduğu gibi, bir görüşü zayıf olarak değerlendirsek bile, bazen belirli şartları karşılaması koşuluyla bazı zorluklardan kurtulmak için benimsenebilir.
وكَوْنِهِ يُلْــجى إليهِ الضَّرَرُ إنْ كانَ لَمْ يَشْتَــدّ فِيهِ الخَوَرُ
وثَبَتَ العَــزْوُ وقَـدْ تَحَقَّقَا ضُرّاً مَن الضُّرُّ بِهِ تَعَلَّــــقَا
En sonunda, çünkü acil ihtiyaç ya da zorunluluk, insanları bu tür [zayıf mevkiler] üzerinde hareket etmeye mecbur edebilir ve onların [bir müceddide] ettikleri isnadlar tesis edildi ve ikrah altındaki kişi onun gereksiniminden emindir.
Kişi bunlara, Şihâbüddin Ahmed el-Karafî’nin daha önceki Maliki âlimlerinden alıntı yaptığı iki koşulu ekleyebilir:
- Kişi, her nerede olurlarsa olsunlar ruhsat aramaz.
Bu, ihtiyacın bulunduğu yukarıda belirtilen durumun bir parçası olabilir. Böylece, her hususla ilgili aralarından en kolay fikri alabilmek için kişi, bir önceki âlimlerin tüm mezheplerini incelemeyebilir. Bu, büyük çoğunluğun fikridir. Azınlıkta olan âlimler buna izin verdiler. Aynı zamanda bunu, aşağıdakini bildiren Ömer bin Abdülaziz’e atfettiler;
مَا أُحِبُّ أَنَّ أَصْحَابَ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَمْ يَخْتَلِفُوا؛ لأَنَّهُ لَوْ كَانُوا قَوْلا وَاحِدًا كَانَ النَّاسُ فِي ضِيقٍ وَإِنَّهُمْ أَئِمَّةٌ يُقْتَدَى بِهِمْ وَلَوْ أَخَذَ رَجُلٌ بِقَوْلِ أَحَدِهِمْ كَانَ فِي سَعَةٍ
Bir kanaat üzerinde mutabık kalmış olsalardı, insanlar kısıtlanacak olduğundan, Allah’ın Resulü’nün (s.a.v.) Sahabeleri ters düşmemiş olsalardı, onu sevmezdim. Onlar (Sahabeler) izlenecek önderlerdir ve eğer bir kişi bunlardan birinin görüşünü benimsediyse, o suçlanmayı hak eden kişi olmazdı.
Ancak, âlimlerin büyük çoğunluğu, eğer kişiye bazı zorluklar verirse, kişinin ehliyetli bir müceddidin daha kolay fikrini alabileceği fakat karşılaştığı her zorlukta her kolay fikri öyle kolayca seçemeyeceğini kasteden ifadeye bağlı kalmaktadırlar.
- Kişi, icma tarafından reddedilen bir fikri oluşturmaz (Bu, çoğunlukla telfik için geçerlidir [farklı mevkilerin bir araya getirilmesi ya da birbirine karıştırılması])
Şihâbüddin Ahmed el-Karafî, bir mezhepten başka birine yapılacak bir geçişe üç şartla müsaade edildiğini Muhammed ez-Zanati’den nakletmektedir:1) kişi, farklı mezheplerin görüşlerini icma tarafından reddedilmiş bir fikir oluşturan bir şekilde bir araya getirmezse; 2) bu teflik ile meşgul olan kişi, müceddidin faziletine uyduğuna inanırsa ve 3) tüm mezheplerden ruhsat aramayı seçmezlerse. Ahmed el-Karafî, kabul edilmeyen ruhsatlar, asılsız olanlar ve bir hâkim tarafından çıkarılmış olsa bile, hükümsüz kılınabilenlerdir.
Ayrıca, tüm birleşmiş mezhepler tarafından reddedilen bir fikrin sentezlenmesine yol açan
teflik, sadece belirli durumlarda yasaklanmalıdır. Eğer bir kişi, bir satış işleminin bazı maddelerinde ve başkalarında bir imamın taklidi (takip etme) ile meşgulse, maddeler birbirinden inhisarı olduğu sürece yahut eşitsizliğe ya da Şeriatın maksadına muhalif olan sapmaya yol açtığı sürece, bu sözleşme hala geçerli olmalıdır. Bu ‘ammi (meslekten olmayan kişi) hiçbir mezhebe bağlı olmadığı daha güçlü bir fikre dayanmaktadır. Yasaklanmış telkife bir örnek, İmam Malik’ten alıntı yaparak, bir kişinin şahit olmadan ve bunu ilan etmeden, bunu çoğunluğa ispat olarak sunmadan evlendiği zamandır. Bu evlilik, herkes tarafından gayri remi olarak kabul edilen gizli bir ilişkidir. Başka bir örnek, komşularından birine karşı şufa hakkı istemesi fakat başka bir komşusu, bunu ona karşı kullanmaya çalıştıysa, ona itibar etmeyi reddetmesi gibi kişinin kendine başka, diğerlerine başka standartlar uygulamadığı zamandır.
Bu örneklerin, vudû (abdest) ile ilgili iki farklı hususa dair iki müftüye soru soran ve Şafi müftüden saçın herhangi bir bölümünü silmenin yeterli olduğu cevabını alıp, Hanefi müftüden (bir adamın) bir kadına şehvet duymadan dokunmanın abdesti bozmadığı bir başka cevap alan meslekten olmayan bir kişinin durumundan farklı olduğu, ortada olmalıdır. Eğer kişi Şafi fikrine göre abdest (vudû) alır ve sonra bir kadına şehvet duymadan dokunursa, dördünden herhangi birine göre abdestini (vudû) korumuş olacaktır. Buna rağmen, abdesti (vudû) hala geçerli olmalı gibi görünüyor. Bu konular, ne birbirine bağlı ne de birbirinden inhisarı değildir. Onuncu yüzyıldan sonra âlimlerin çoğunluğu buna engel olsa da, yedinci yüzyıldan önce bahsedildiğini görmüyoruz. Aynı zamanda, bir konu hakkında Ebu Bekir ve Ömer’e bir soru soran kişinin Muâz bin Cebel, Ebu Hureyre ya da diğerlerine bir başka konu hakkında soru sorabileceği, Sahabelerin icma ettiği bir husustur. Bunu, asla ayni ibadet ameli ile ilgili olmayan konularla kısıtlamadılar. Düzenlenmiş telfike izin vermeksizin birçok modern mutabakata, herhangi tek bir mezhebe göre müsaade edilmezdi. Sonuç olarak ortaya daha fazla zorluk çıkardı ve fıkhi mirasımızın büyüklüğü, onun işlenebilirliğinin ve esnekliğinin önemli bir özelliğini kaybederdi.
Kişi buraya, zayıf fikri olana uyan kişinin, onun kusurlu olduğu hakkında kesin bilgiye sahip olmamasını gerektiren başka bir şart da ekleyebilir. İmam Şafii (rh) şöyle belirtmektedir:
أجمع المسلمون على أن من استبانت له سنة رسول الله ﷺ لم يكن له أن يدعها لقول أحد من الناس
Müslümanlar, Allah’ın Resulü’nün (s.a.v.) Sünneti her kime zahir hale gelirse, kim olduklarına bakılmaksızın, diğer herkesin beyanı için onu terk etmesine müsaade edilmez hale geldiğini oybirliğiyle kabul etmişlerdi.
O, âlimlerden bahsederken, aynı şey bazı mevkilerin hatalı olduğundan emin olan tüm insanlar için geçerli olabilir. Vâbisa ibni Ma’bed (ra) diyor ki: “Bir gün Allah’ın Resulü’nün (s.a.v.) huzuruna varmıştım. Bana: ‘İyiliğin ne olduğunu sormaya mı geldin?’ buyurdu. ‘Evet!’ dedim. Resulullah (s.a.v.) o zaman bana şunları buyurdu:
اسْتَفْتِ قَلْبَكَ؛ الْبِرُّ مَا اطْمَأنَّتْ إِلَيْهِ النَّفْسُ وَاطْمَأنَّ إِلَيْهِ الْقَلْبُ، وَالإِثْمُ مَا حَاكَ فِي النَّفْسِ وَتَرَدَّدَ فِي الصَّدْرِ وَإِنْ أَفْتَاكَ النَّاسُ وَأَفْتَوْكَ
“Kalbine danış. İyilik, kalbin uygun gördüğü ve yapılmasını tasdik ettiği şeydir. Günah ise içini tırmalayan ve başkaları sana «Yap!» diye fetvalar verseler bile, içinde şüphe ve tereddüt uyandıran şeydir.”
Kademeli Yenileme İçin Öneriler
Yasaların, değişen gerçekleri benimsemesindeki esasların mevcut faydasını geliştirme için bazı esneklik alanları ve öneriler:
- Hiçbir yararı olmayan konuların çıkartılması ve farklı bir bilgi disiplini olarak kabul edilen hukuki düsturlar gibi diğerlerinin eklenmesi, ancak hükümlerin tenzilindeki büyük faydaları nedeniyle uṣool bilimi ile yeniden birleştirilmelidir. Ayrıca, uṣool üzerine yapılacak çalışmayı maksat ile birleştirmek, maksadın bütün teoriye kılavuzluk etmede oynadığı rol nedeniyle gereklidir. Son olarak, uṣool üzerine yapılacak çalışmayı, fıkh içindeki çeşitli fikirlerin, uṣool (hukuki teori) köklerine kadar izlemeyi ele alan takhreej al-furoo’ ‘ala al-uṣool ile yeniden birleştirilmesi. Kişi, uṣool bilimindeki verilen örnekleri güncellemenin ve ilkelerin uygulanmasından ayrıntılı hükümlere kadar modern ve ilgili örneklerin kullanmanın gerekli olduğunu burada eklemelidir, bu suretle genç fıkıh âlimleri güncel meseleleri ele almak için eğitilebilir.
- Yukarıda tartışılan akılcı ispat kaynaklarına daha fazla önem verilmesi,
- dalâlât al-maqṣood (amaçlanan hedefin işareti – maksadın delaleti) dâhil etme. Tefsir kuralları ile ilgilenen delalet (işaretler, alametler) bölümlerinde, iki ana delalet vardır: mantık (belirlenmiş) ve mefhum (kalple bilinen). Âlimler, maksadın öneminin her zaman farkında olmuşken, yönergeye, maksadın delaletini ilave etmek faydalı olabilir. Bu ilave, amaçlanan hedefin metnin anlaşılmasına öncelikle dâhil edilmesinin önemini basitçe vurgulayabilir. Bazen, farklı çıkarımları (mefhûmu muhâlefet) kabul eden ve sonra onu reddeden âlimler, genç fıkıh âlimleri tarafından kendi tenzil uygulamalarında kendileriyle çeliştikleri düşünülmektedir; oysaki bu âlimler, bunu çok arî olarak yaptılar, çünkü amaçlanan hedeflerle ilgili farkındalıkları, bu tür bir çıkarıma dair önceki fikirlerini hükümsüz kılmalarını sağladı. Genç fıkıh âlimlerinin, maksadın delaletini, tenzil yöntemlerine dâhil etmeyi öğrenmeleri için bunu açık bir şekilde açıklamak yararlı olurdu.
- İçtihat hakkındaki bölümlerde, daha önce tartışıldığı gibi, toplu içtihat üzerine daha fazla önem verilmelidir ve çeşitli alanlardan uzmanların bu sürece dâhil edilmesi gerekmektedir.
- Ayrıca, sözde içtihadın tecezzüü (hukuki muhakemenin bölünmesi) denilen uzmanlaşmış içtihata daha fazla önem verilmesine de ihtiyaç vardır. Bu, hukuk bilginlerinin kanunun belirli alanlarında uzmanlaşmasına olanak tanır, bu suretle, o alanlarda daha yetkin hale gelebilirler. Bu, bir kavram değildir; aslında, içtihadın tecezzüü, “yoldaşlarımıza ve çoğunluğa göre içtihat bölünebilir ve bu doğru mevkidir.” diye yazan Hanbelî kadılkudatlarından Şehabeddin İbnü’n-Neccar el-Fütuhi (rh) tarafından işaret edildiği gibi âlimlerin çoğunluğu tarafından uygun görüldü.
- Son olarak, herhangi bir alternatif içtihatı nitelikli âlimlerden bile sakınırken, fazla bildirilen icmalar ve sadece dört mezhepten birine uyulması gerekliliği gibi fıkhi mirasın gelişmesini engellemiş olabilen uṣool fikirlerinin yeniden incelenmesi için bir ihtiyaç vardır.