Bazılarının, özellikle Yeni Ateistlerin tartışmasına rağmen, İslam hiçbir suretle bilime karşı bir din değildir. Müslüman bilim adamlarının çağdaş örneklerin yanı sıra bilimde çığır açan büyük öncülerin birçoğunu öven İslam’ın düşünsel tarihini bir kenara koyarsak, kişi bilgi arayışını doğrudan Kur’an-ı Kerim’in buyruklarında bulabilir; “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?! Doğrusu ancak akıl iz’an sahipleri bunu anlar.” [Kur’an-ı Kerim 39:9] Ancak, Müslüman bilim adamlarının uzmanlığı, kendi inançlarının bir uzantısı olarak görülmektedirler ve hal böyle olunca da belirli ilkelere göre yönetileceklerdir. Onların ne yaptıkları, neyi başarmayı umut ettikleri, araştırmalarının etkilerinin neler olabileceği ve nihayetinde bunun insanoğlunun kendi hemcinslerinin yararına olup olmayacağı hakkında temel sorular sormalarını sağlayacak bir takva, Allah bilinci onları sarmalamalıdır.
Hem İslami hem de laik bilim insanları kendi etik değerlerine işaret ederken, bu değerler birbirinden uzaklaşabilir ve hatta birbiriyle çelişebilir; belki de Müslümanların vahiyden kendi etik değerlerini çıkarttıklarını farz edersek, bu şaşırtıcı değildir. Ancak, iki dünya görüşünün birbirinden farklı olması sadece etik konusunda değildir. Müslüman dünya görüşü, yaşamın amacını açıklayan ve aynı zamanda insanoğlunun sınırlarının ardındaki anlamı üzerine ayrıntılara inen bir anlatı içeren vahiyden ibret almaktadır. Trans hümanistler, Kur’an-ı Kerim’i bir başvuru noktası olarak kullanmadıklarından dünyayı oldukça farklı bir şekilde görmeleri doğaldır.
Bu yüzden trans hümanizm söz konusu olduğunda, Müslüman’ın, laik bilim adamından birçok kilit noktalarda farklılaştığını görmek şaşırtıcı değildir. Trans hümanizm, varlığımız için yeni bir gerçekliğini yaratmak üzere insanlığın en dikkatle hazırlanmış teşebbüsünü temsil etmektedir; bu tür devasa bir değişikliğin, ihtiyat sahibi Yaratan’a inananları belirli alanlarda birbirine düşürecek olması yerindedir.
Ruhsal Dengeyi Bozmayın
Bu tartışma ile ilgili en geçerli Kur'an-ı Kerim ayetlerinden biri, Rahmân Suresi’nde bulunmaktadır, “Göğü O yükseltti, denge ve ölçüyü O koydu ki dengeden sapmayasınız; Ölçüyü düzgün tutasınız ve eksik tartmayasınız.” [Kur’an-ı Kerim 55:7-9] Bu ayetlerin, geleneksel olarak adalet dengesine işaret ettiği anlaşılmışken (Celâl ed-Dîn es-Suyûtî, İbn Kesir, Ebu’l A’lâ el-Mevdudî), bazı çağdaş yazarlar, kendi teamüllerini doğadaki ve yasalarındaki bir dengeye yaymışlardır.- Elbette, iki anlam birbirinden ayrıcalıklı değildir ve hatta birbirini tamamlayıcı olarak görülebilir. Genetik müdahaleler söz konusu olduğunda, doğada var olan hassas bir dengeyi bu tür müdahaleler yoluyla tamir edilemez bir biçimde geri alamayabileceğimiz gibi bu ayet, trans hümanizm ile özellikle alakalıdır. Biyo-muhafazakâr korku tellallığı gibi, insanlar tarafından yaratılan, küresel ısınmadan, hayvan türlerinin eşi benzeri görülmemiş bir oranda yok olmasına ve doğal kaynakların azalmasına kadar varan etrafımızdaki dengesizliğin etkileri gibi bu tartışma silsilesini öylece reddedemeyiz. Fosil yakıtlarına çok dikkat edilirken, su gibi ve temiz hava gibi daha da önemli kaynakların yaklaşan ve belki de artık bugünden çok da fazla uzak olmayan kıtlığı hakkında gittikçe daha çok şey duymaktayız. Bu gelişmekte olan krizlerin çoğu, bilim adamlarının tüm sonuçlarını yeterince düşünmediği bilimsel araştırmaları tarafından başlatılmış bazı aşamalarda bulunmaktaydı. Resmin tamamının anlaşılmasından çok daha önce bu araştırmalar, daha ileriye taşındı ve o zamana kadar tehlikeler çoktan keşfedilmiş, çok hasarlar verilmişti. Kur’an-ı Kerim, “ve onlara ‘Yeryüzünde düzeni bozmayın’ denildiğinde, ‘Hayır, biz yalnızca ıslah edenleriz’ derler. Biline ki, gerçekten bozanlar onların ta kendileridir, ama farkında olmuyorlar.” buyurmaktadır. [Kur’an-ı Kerim 2:12-13] İnsan genleri ile oynanması, tam olarak anlaşılamayacak bir şeye devasa bir adım atmaktır. Bu seviyede yapılan hatalar yıkıcı serpintiye yol açabilir. Belki de bu ayetlerde en ilginç olan, “düzeni bozmayın” emridir. Bu ayet, insanların dengeyi bozabilecekleri bir aşamaya ulaşacağını öne sürmektedir; biz, şüphesiz bu sahnenin ortasında görünmekteyiz.
Dengeyi bozma fikri üzerine daha fazla düşünüp taşınırsak, bu iki ana tema ilgili olarak tanımlanabilir. Bunlardan biri, dengeyi bozmanın kötü etkileri ile ilgilidir. Besin olarak kullanılan genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO), artık daha yaygın hale gelmektedir. GDO süreçleri, yaratılışı, genetik müdahale yoluyla iyileştirme ihtiyacı gibi aynı trans hümanist düşünce ilkelerine dayanmaktadır. Bu konu bu makalenin sınırları dâhilinde olacak kadar geniş ve derin olsa da, yapılabilecek olan şey, GDO’lu gıdaların zararsız ya da zehirli olup olmadığı üzerinde henüz karar verilmemiş olmasıdır. Çalışmalar, kan zehirlenmeleri, gluten bozuklukları, meme kanseri, ve çocuklarda Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) gibi bir dizi rahatsızlığı GDO’lu gıdalara bağlamıştır. Genetik olarak değiştirilmiş bitki ve hayvanların etkilerine henüz tam anlamıyla hâkim olurken, insanları genetik olarak değiştirmeyi derinlemesine araştırmak vakitsiz olacaktı. Bu düzeyde Kur’an-ı Kerim’de bulunan uyarı, dünyamızı ve kendimizi koruma duygusundan kaynaklanıyor olarak görülebilirdi.
Bu Kur’an-ı Kerim ayetlerinin, dengenin bozulmasından doğan zararların bir uyarısının ötesine geçmekte olduğu daha ötede tartışılabilirdi; bu ayetler, düşünsel sorumluluğa ve alçakgönüllülüğe yapılan bir çağrı olarak da görülebilirdi. Trans hümanizmin tüm felsefesi, insanüstü kahramanlık tutkusu, insan ırkının tanrısallaştırılması, güce ulaşma temeline dayandırılmaktadır. Bu, gelecekteki kendimize bir tapınmayı içermektedir. Buna ilaveten, sınırlı bir biyolojik organizmanın, evrenin cevherlerini kavrama ve onları irademize tabi tutma konusunda sınırsız fetih gerçekleştirebildiği akıl dışı temel bir varsayım bulunmaktadır. İnsanlık, bunu yapabilmeyi seçebilecek özgür iradeye aynı anda sahipken, dengeyi bozabilmenin doruklarına ulaşabilir. Avrupa romanları, Victor Frankenstein ve onun üzerinde çok fazla düşünülmeden oluşturulmuş bilimsel çabalarından, Icarus ve onun daha fazlası için bastırılamaz dürtüsüne kadar bu dengeyi bozan kurgu karakterlerle karmakarışıktır. Firavun ve Haman’ın Kur’an-ı Kerim’de bahsedilen hikâyesinde, üstünlüğe ulaşmak ve böbürlenme ve kendi kendini tanrısallaştırmaya kalkışmak üzere benzer bir dürtü görmekteyiz:
Firavun, “Ey seçkinler! Sizin için benden başka tanrı tanımıyorum. Ey Hâmân! Haydi benim için tuğla fırınını yak, bana bir kule yap. Belki oradan Mûsâ’nın tanrısını görürüm; ama kesinlikle onun bir yalancı olduğunu düşünüyorum” dedi [Kur’an-ı Kerim 28:38].
Hz. Musa ve Firavun’un hikâyesi, Kur’an-ı Kerim’deki en sık tekrarlanan hikâyelerden biridir. Firavun, gücünü kendi halkına sefalet çektirmek için kullanan, ayrımcılık yapan, hayal dünyasında yaşayan, güce tapan ve kendini beğenen en kötü hükümdar tipinin bir ilk örneğini temsil ediyor gibi görülebilir. Kur’an-ı Kerim’de firavun, gerçekten de birçok sınırı aşmıştı; bu nedenle Musa’ya “Firavun’a git, çünkü o sınırı çok aştı.” [Kur’an-ı Kerim 20:24] diye emredildi.
Bu belirli ihlal, İlahi Gücü fethetmek için onun hezeyanlı arzusundan doğmuş gibi görünmektedir; Firavun, belki de bir dereceye kadar narsistik dürtüsü dolayısıyla, “Ben sizin en yüce rabbinizim!” [Kur’an-ı Kerim 79:24] demişti. Bu nedenle, biz, bu despot hükümdarın kalbine ve zihnine anlayış kazandırmaktayız. Firavun, kendi dönemindeki zanaatkârları, kendisine sunulanın üzerinden güç kazanmak için kullanmaya çalıştı ve eski Mısırlılar usta inşaatçılardı. Burada, firavunun, marifetinden dolayı, Gök kubbeyi fethedebileceğine ve tanrısallığa kendisinin hükmedebildiğine inandığına dair yanlış bir inanış görüyoruz. İslami anlatıdaki Firavun’un kaderi iyi bilinmektedir ve kendi kendini tanrısallaştırma sanrısı peşinde koşanlara kesin bir ibret olarak hizmet etmektedir.
Alman filozof Friedrich Nietzsche, insanoğlunun kendi öz yeterliliğini, Allah’ın ölümünü ilan eden bir Ubermensch (üst-insan) olarak kucaklamak zorunda olduğunu ünlü kahramanı Zarathustra’nın ağzından açıkladı. Fakat Allah’tan gelen bir bağımsızlık ilanı, insanoğlunu güçlendirir mi ya da büyüklük ve fethetme arzuları için onu kendi sanrısal kovalamacasına tutsak eder mi? İnsanoğlu, karşılıklı işbirliği temelinde ve birbirlerinin ihtiyaçlarını karşılamak üzere bir araya gelmekte, bu suretle sosyal davranış kurallarını oluşturmaktadır. Belki insanlık tarihindeki en tehlikeli insanlar, kimseye ihtiyaç duymadıklarını düşünenler olmuştur. Firavun’un Kur’an-ı Kerim’deki hikâyesi bu dersin kilit bir hatırasını sunmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’deki bir başka ayet, trans hümanizmin olası tehlikelerine karşı daha kesin bir uyarı olarak şeytanın aşağıdaki sözleri ile tebliğ etmektedir;
“Allah şeytanı lânetlemiştir, o da ‘Kullarından belli bir pay alacağım, onları mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntulara kaptıracağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler…’
Ve ayet şöyle devam etmektedir:
“…Allah’ı bırakıp da şeytanı dost edinen kimse elbette apaçık bir ziyana düşmüş olur.” [Kur’an-ı Kerim 4:119]
Burada yaratılışın doğasına zarar verilmesine karşı uyarılmaktayız. Burada tartışılacak bir husus bulunmakta: trans hümanizm, yaratılışa zarar vermeyi mi yoksa yaratılışın düzeltilmesini mi temsil etmektedir? İslam âlimleri arasında, bir kusuru düzeltmek için kullanılan düzeltici işlemlerin ve protezlerin kullanımı genellikle, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) savaşta burnu koptuktan sonra altından yapılmış bir burun edinmesi doğrultusunda yol gösterdiği bir sahabenin hikâyesinin anlatmasıyla teşvik edilmektedir. Çağdaş âlimler, düzeltici lazer göz ameliyatı olmaya cevaz verilmesi konusunda olumlu karara varmışlardı. Düzeltici işlemler ve trans hümanist işlemler arasındaki en önemli fark, amaçlarında yer alabilir; cerrahi işlemler, (biyolojik bir anormallik, yaralanma, sakatlık ya da hastalık nedeniyle) yanlış giden bir şeyi düzeltmeye çalışırken trans hümanizmin amacı, iyi hazırlanmamış bir yaratılış olarak görüleni, insan olarak doğduğumuzda bize verilenden daha fazlasını – daha uzun bir yaşam, daha duyusal algılar ve benzerleri – vererek iyileştirmektir. Onların başlangıç noktası, sağlıklı bir insanın bile, onlara verilmiş olanın sınırları içinde kapana kısılması ve trans hümanist uygulamanın daha fazlasını vermeyi teklif etmesiyle yakalamasıdır. GDOlar örneğine geri dönersek, kişi, bunun iyileştirmek yerine zarara neden olabileceği kolaylıkla görebilir.
Bilimsel Müdahaleye Karşı Kişinin Cihadı
Trans hümanist dünya görüşünün anahtarı, insanoğlunu bilimsel müdahaleyle, psikoaktif maddeler aracılığıyla belleğini arttırarak ya da bir kişinin fiziksel ya da psikolojik öz yapısının istenmeyen bir yönünü toptan yok etmek için genleri düzelme yoluyla iyileştirme sürecidir. Alman filozof Jürgen Habermas, bu tür müdahalelerle ilgili yapılan birçok eleştiriyi konu etmişti. İnsanları araçsallaştırmaya karşı çıkmakta ve insanların nasıl “olması gerektiği” ve özerklik ihlalinin bileşkeleri üzerine öznel bir düşünceyi dayatarak itiraz etmektedir. Eğer bir kişi, bir insanın tek bir yönünü iyileştirmeye ya da yükseltmeye çalışırsa, başka bir kişinin acı çekmesinin doğal olduğu görüşünü belirtmişti. Şüphesiz, Habermas’ın özerkliğin ihlali ve insanoğlunun araçsallaştırılması hakkındaki fikirleri, İslami düşüncede kolayca bir yer bulabilirdi. İslam, özerkliğe güçlü bir vurgu yapmaktadır: “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez (taşıdığı, kendi günah yüküdür).” [Kur’an-ı Kerim 35:18] Kur’an-ı Kerim daha da ileriye gitmektedir: “Ey insanlar! Rabbinize saygısızlıktan sakının; hiçbir babanın evlâdından fayda göremeyeceği, evlâdın da babasından hiçbir yarar sağlayamayacağı bir günden korkun.” [Kur’an-ı Kerim 31:33] Müslümanlara kendi hareketlerinden sorumlu oldukları ve sorumlu tutuldukları, yapmış oldukları için Allah’a tek başlarına hesap verecekleri öğretilmektedir.
Bu araştırma alanı, trans hümanist müdahalelerin özgür iradeye karşı çalışabileceğinin altını çizmektedir. Özgür irade, kendisine, etrafındakiler ve bir bütün olarak topluma zararlı davranışlarda bulunmayı seçen bireylere kapı açan bir sorumluluktur. İslam, istenmeyen düşünceleri ve davranışları ortadan kaldırmaya kesinlikle karşı değildir; bunu yapmak için çabada bulunmak bir Müslüman olmanın temel yönlerinden biridir. Fakat İslam insana bunu, kişinin kendisine karşı verdiği bir mücadele (cihad) yoluyla yapmaya çağırmaktadır. Kötülük yapma potansiyeline sahip olmak, tamamen özgür bir iradeye sahip olmanın ayrılmaz bir parçasıdır. Bu, trans hümanistin varsaydığı gibi, tasarımlarımızda bir kusur olarak görülmemekte; daha ziyade İslam bunu İlahi tasarımın ayrılmaz bir parçası olarak görmektedir.
İnsani kusurlarımızın kabul edilmesi, aslında insanoğlu olarak güdülenme araçlarımıza doğuştan bağlı olabilir – bu dünyadaki rolümüzü oynuyoruz çünkü yerine getirmemiz gereken ihtiyaçlarımız, umutlarımız, hedeflerimiz ve arzularımız bulunmakta.
İnsanoğlunun hiç hareket etme ya da çaba sarf etme ihtiyacı duymadığı, endorfin kaynaklı zevkin sabit bir durumda kalması için beyinlerinin elektrokimyasal olarak uyarıldığı, bilinçli besin alma ya da atık çıkartma gereksinimi içinde olmamak için bedenleri teknolojik olarak donatılan, teknolojik açıdan çok yeterli olduğu ütopik bir dünya hayal edin. Böyle bir durumda, insanlar yaşamlarının tamamen değerden yoksun ya da amaçsız bulurlardı – niçin hiçbir nihai amaç ya da arayış, üstesinden gelmek için hiçbir engel, elde etmek için hiçbir arzu olmasın? İnsanoğlunun varoluşu için istenen son nokta gerçekten bu mu?
Nietzsche’nin zorluktan uzak, büyük amaçtan yoksun, kendi küçük dünyalarında hoşnut “pire gibi köklü” Son Adamları, mutluluğu bulmuş olduklarına inanmaktadır. Leon Kass’in sözleri daha da iğneleyicidir, “Zafer anında Promethean adamı, memnun bir ineğe dönüşür” Psikolojik bir bakış açısından gelen “akış” kavramını Mihaly Csikszentmihalyi popülerleştirdi; onun savı, insanların, yeterlilik düzeyleri içinde olan bir zorluğa kendilerini kaptırdıklarında en mutlu oldukları fikrinin merkezine oturdu. Zorluk olmadan, bu asla mümkün olmazdı. Daha fazla anekdotsal bir şekilde, bir engelin üstesinden gelmekle edinilen zevk ve değerin şeffaf duygusunu anlatan bir bireyi işitmek yaygındır.
İslami konum, insanoğlunu daha sonra dünya gerçeklerine ve insanlığın durumuna meydan okuyan iyi bir durumda (“Biz insanı en güzel biçimde yaratmışızdır.” [Kur’an-ı Kerim 95:4]) dünyaya geldiğini görmek olarak tanımlanabilirdi; insanlığın bir kısmının “düşüş”üne sebep olan işte bu mücadeledir (“Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik.” [Kur’an-ı Kerim 95:5]). Vahiyde açıklandığı gibi, bu, insanların başarılı olmasına imkân veren Allah’ın yol göstermesine bağlı kalmaktadır: “Ancak iman edip iyi dünya ve âhiret için yararı işler yapanlar başka; onlar için kesintisiz bir ödül vardır.” [Kur’an-ı Kerim 95:5]; “Nefsini arındıran elbette kurtuluşa ermiştir. Onu arzularıyla baş başa bırakan da ziyan etmiştir.” [Kur’an-ı Kerim 91:9-10].
Bu, insan doğasını neyin oluşturduğu konusunda İslami dünya görüşü ve trans hümanist tarzı bir çekişmenin içine koymaktadır. İnsanın doğası ve yaratılışı, Bostrom’un yazdığı gibi “iyi hazırlanmamış” değildir; daha ziyade, insanlık ilahi amaç ile ilahi bir kaynaktan yaratılmaktadır. Öyleyse her insanoğluna düşen görev, biyoteknolojik müdahaleden ziyade içsel mücadele (cihad, nefs) yoluyla kendi iyilikleri için çabalamak ve bunu korumaktır. Bu mücadele, seçim olarak tanımlayabileceğimiz şeylerin daha sınırlı bir kapsamı içinde faaliyet gösteren diğer yaratılış biçimlerinin aksine, insanlığın özgür iradeye haiz eşsiz konumundan kaynaklanmaktadır. Müslümanlar, özgür iradenin bahşedilmesini ilahi sırlardan biri olarak görmektedirler. Melekler, Allah’a neden ahlaksızlığa düşecek bir tür yaratacağını sorduklarında, Allah onlara, “Şüphe yok ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim” buyurdu [Kur’an-ı Kerim 2:30]. Trans hümanizmin, insanlığın tecavüz, yalan ve hile gibi rahatsızlıklarını biyoteknolojik ya da genetik müdahale yoluyla toptan yok etme hedefini okurken, kişi bir yandan özgür iradeyi korurken bunun nasıl yapılabileceğini sormalıdır. Bu konuda derinlemesine düşünmek zordur ve kişinin kendisini Huxley’in distopyasını düşünürken bulması zor değildir.
Eşitsizliğin Toptan Yok Edilmesi
Bostrom, trans hümanizmin, hareketin önemli hedeflerinden biri olarak trans hümanist teknolojiye eşit erişimi kaydedip, eşitsizliği toptan yok etmek için kullanılabileceğini ileri sürmektedir. Trans hümanistlerin sonra gelen endişesi, birçoğunun yeni teknolojilerle ilişkili kaçınılmaz eşitsizlik fikrinden doğmasıdır. Kişi bir bilimi, içinde geliştirilmekte olan bağlamdan ayıramaz. Bir toplumun daha geniş kapsamlı olarak hüküm süren dünya görüşüne bağlı önyargıları, içinde geliştirilmekte olan bilgi ve uygulama üzerine türetilmesi ve zihne sokulması muhtemeldir. İslam ve nanoteknoloji üzerine yazdığı yazılarda, Musa Furber, uluslar arasındaki nanoteknolojiye eşit olmayan bir erişimi, “nano bölünme”ye yol açmak olarak tanımlamaktadır. Furber, aynı zamanda bu tür araştırmaların gittiği yönlerle ilgili endişelerden de bahsetmektedir. Bu nokta, araştırmanın tıp camiası içinde gerçekleştiği yönde ortaya çıkan önyargıların etkilerine çoktan şahit olduğumuz için özellikle yerindedir; 1 milyardan fazla insanı etkileyen tropik hastalıklar hastaların çoğunluğunun maddi olanaklarının kısıtlı olmasından dolayı yeterince araştırılmamaktır. Bu, hastalığı ilaç şirketleri açısından, çalışma alanında önemli kararlar alanlar ve hastalığın etkilerinden muzdarip olanlar arasındaki psikolojik mesafe nedeniyle daha az baskıcı olmasının yanı sıra nispeten karsız hale getirmektedir.
Aldous Huxley bir keresinde şöyle yazmıştı: “Bilim, kendi içinde ahlaki açıdan tarafsızdır; uygulandıkça iyi ya da kötü hale gelir ” Bugün toplumlarımız içinde var olan herhangi bir eşitsizliğin, doğal olarak herhangi yeni bilimsel ya da teknolojik gelişmeye uzanacağı muhtemel görünmektedir. Trans hümanist gelişmelerin, eşitsizliği toptan yok etmeye yardımcı olacağı öngörüsü, derinlemesine yanlış görünmektedir. Trans hümanist uygulamanın içinde neler olup bittiğini gözlemlemek, onun varlıklı kişilerin oyun alanı olduğunu açık bir biçimini gözler önüne sermektedir. Kriyojenik dondurma ve benzerleri gibi şeylerle ilgilenen laikler ve kadınlar, 20.000$’lık bir büyüklüğü elden çıkartmak zorunda kalırlarken, 15,6 milyar dolarlık bir serveti idare eden Elon Musk gibi milyarder değillerse, çoğunlukla milyoner olan lider şahsiyetler, bu tür teknolojileri dünya nüfusunun çoğunluğu için ulaşılmaz kılmaktadırlar. Eşitsizliğin bir yok edici olması şöyle dursun, toplum içinde daha da yüksek eşitsizlik seviyelerine yol açan varlıklı kişiler için trans hümanizmin zengin bir şekilde gelişmekte olan araçları kapsayacağı muhtemel görünmektedir. Servetin belli çevreler içinde tutulması ve daha geniş bir toplum arasında dağıtılmamasına karşı Kur’an-ı Kerim uyarmaktadır; Müslümanlara servetlerini ihtiyacı olanlara dağıtmaları emredilmektedir, “…Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaz …” [Kur’an-ı Kerim 59:7].
Yaşamın Uzatılması ve Zenginleştirilmesi
Birçok trans hümanistin hedefleri arasında ölümsüzlük arayışı yer almaktadır. Sonsuz yaşama kavuşmak, Müslümanlar da dâhil olmak üzere dinine en çok bağlı imanlılar tarafından paylaşılan bir amaç olurken, bunu dünyada elde etmeye çalışmak Müslüman zihniyetine yabancıdır. İslami anlatı açıktır: bu yaşam insan yolculuğunun bir parçasıdır ve başarıyı elde etmek onu uzatmayı gerektirmez, daha ziyade iyilik ve tövbe dolu bir hayat yaşamak ölüm yoluyla vücut bulmaktadır.
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) sahabelerine şunları buyurmaktadır:
Sen dünyada bir garib veya bir yolcu gibi ol. Akşama erdin mi, sabahı bekleme, sabaha erdin mi akşamı bekleme. Sağlıklı olduğun sırada hastalık hali için hazırlık yap. Hayatta iken ölüm için hazırlık yap.
Bu yaşadığımız dünyanın resmini çizen bu tür hadisler, ne mükemmel olmak anlamına gelmekte ne de Müslümanların dört elle sarılması gereken bir şey anlamına gelmektedir. Bu sadece, birçok trans hümanistin yaptığı gibi, öbür dünya kavramını denklemden çıkararak, daha uzun bir yaşam arayışını zahmete değer kılmak gibi görünmesidir.
Ancak İslam, bedeni inkâr eden bir din olarak görülmemelidir. Şeyh Abdal Hâkim Murad, trans hümanizm bağlamında bu noktanın altını çizmektedir; Hıristiyanlığın unsurları ve Budizm’in ardında yer alan bazı temel fikirler, bedenin inkâr edilmesi etrafında dönerken İslam, bedenin hakkını vermektedir ve sahibinin beden üzerinde bir sorumluluğu bulunmaktadır. Günde en az birkaç kez temizlenmeli ve sadece helal (caiz olan) değil, aynı zamanda tayyib (iyi ve katkısız) olan gıdalarla da desteklenmelidir; bakımlı, parfümlü, temiz kıyafetlerle sarılmalıdır. Ölümden sonra bile, ruh bedenden ayrıldığında, vücut yıkanmakta, sarılmakta ve dua edilmektedir. Trans hümanist düşünceye karşı İslami muhalefet, bedenin inkâr edilmesinden ya da bir bütün olarak bu yaşamdan kaynaklanmamaktadır. Müslümanlar, İslam, bedeni inkâr etmenin aşırılığı ile bedensel ölümsüzlük arayışı arasında iyi bir denge değiş tokuşu yaptığına inanmaktadırlar.
Trans hümanistler, yaşamları zenginleştirmeye giden yolda olduklarını iddia ederken, İslami tutum, anlam vermek yerine yaşamı uzatmaya odaklanan, organik olarak arındırmaktan ziyade zihnin yetilerini kabaca geliştirmeye odaklanan ve daha önce bize verilmiş duyulardan daha iyi faydalanmaktan ziyade bize daha fazla duyusal algı yolları sunmaya odaklanan ilgi merkezini içi boş saymaktadır. Dr. Nazir Khan, İslami geleneğin içinde zaten var olan insan sınırlarının ötesine geçen bir tavrın varlığı için sağlam bir gerekçe açıklamaktadır. Bu terimin felsefi ve ideolojik yükünden dolayı kimse trans hümanizm terimini kullanmazken, bu yeteneklerin geliştirilmesi için trans hümanist hedeften tamamen farklı olmayan kişinin kalbi ve zihninin yanı sıra duyusal algılarının iyileştirilmesi ile ilgili olarak İslam içinde bir fikir bulunmaktadır. Khan, gelişmiş duyusal yeteneklerin düşmanının, bir gaflet (ghafla) halinde olmak olduğunu yazmaktadır. Büyük İslam âlimi Ibn Kayyim el Cevziyye’den (ö. 1350) şöyle aktarmaktadır, “Eğer gaflet birinin zamanının çoğunda hâkimse, onun kalbindeki donukluk o nispette büyür. Ve eğer kalb donuklaşırsa şeyleri olduğu gibi yansıtmaya son verir …ve eğer donukluk, kalpte birikir ve kalbi tamamen karartır ve sarmalarsa, kalbin yansıtıcı vasfı ve algısı tamamen kaybolur… Kişinin kalbi ile vücudunun kalanı arasındaki bu bağlantı, İslami dünya görüşü içinde hep var olmakta, ancak laik yaklaşımlarla tamamen göz ardı ediliyor gibi görünmektedir. Khan bu düşünceler silsilesini daha da ileriye götürmek için Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) Yüce Allah’tan bahsettiği şu meşhur hadisi kullanmaktadır, “Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaştıkça da onu severim, kulumu sevince duyduğu kulağı, gördüğü gözü olurum” (İmam-ı Nevevi 38). Ayrıca aşağıdaki hadisi yazan İmam Shawkani’ye (ö. 1250 HT) başvurmaktadır, “Allah kendi İlahi Nuru ile bir kulunun kabiliyetlerine yardım eder; öyle ki rehberlik yolları ferasetle muhakkak haline gelir ve dünyevi ayartmaların cazibesi ortadan kaybolur.”Burada, kişinin Yüce Allah’a olan teslimiyeti ve etrafındaki dünyayı ne kadar iyi algıladığı arasındaki bağlantı ile nitelenen İslami trans hümanizm olarak adlandırılabilecek bir şey görmekteyiz. Bir bireyin yeteneklerinin gelişebileceğini ileri sürse de, bu, laik trans hümanizm tarafından ileri sürülen farklı bir gelişme biçimidir ve bu farklılık iki dünya görüşü arasındaki ayrımı yansıtmaktadır. İslam’ın son aşaması, daha iyi bir âhirete ve manevi ve ahlaki açıdan daha aydınlanmış bir insana erişmektir ve böylece iyiliğin gerçekleşmesi için bir kolaylığa vesile olan “İslami trans hümanizm”, dünyayı olduğu gibi algılamak için daha iyi bir yer edinerek benliklerin gelişmesini beraberinde getirdi. Ateizmin son aşaması, bu yaşamın süresi ve keyfi açısından bir en üst düzeye çıkarmadır ve böylece bu trans hümanizm markası, bu dünyadaki insan deneyimini arttırmayı amaçlamaktadır.