Giriş

Bilindiği gibi, hayatın korunması İslam'da temel bir değer ve amaçtır. Din, felsefe ya da başka herhangi bir alandaki farklılıklardan bağımsız olarak barış, insanlar arasındaki normal durum olmalıdır. Ne olursa olsun barış, masum insanlara yapılan haksız saldırıları püskürtme pahasına elde edilmelidir. Bu amaçla, İslam ve onun sistematik usulü hem savaş ilanını haklı kılan (jus ad bellum) hem de savaş ilan edildikten sonra meşrû bir savaşın nasıl yürütülmesi gerektiğini (jus in bello) açıklayan ilgili kuralları ortaya koymuştur. Hatta islâmî meşrû savaş geleneği, modern savaş teorisinde kabul görmüş bazı prensipleri öne sürmekte ve bunları bize önceden bildirmektedir.

Bu makale, İslam’ın meşrû savaş teorisinin ikinci kısmında görülen, orantısız güç kullanımını yasaklayan özel hükümlere odaklanmaktadır. Bu hükümler, canlıların hayatını muhafaza etmekte, sivillere ait eşyaları ve çevredeki mülkleri korumakta, savaş esirlerinin insanca muamele görmesini emretmekte ve işkence veya terörizm kapsamına giren askeri taktikleri yasaklamaktadır.

Saldırmazlık Prensibi

İslâmî öğretilerin tamamında savaş durumunda geçerli olan temel ilke saldırmazlık prensibidir: Bir kişi asla saldırıyı başlatan taraf olmamalı ve kendisine yönelen bir saldırıya da sadece orantılı olarak cevap vermelidir. Bu prensibin temelinde Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in: ‘’Zarar vermek ve zarara zararla mukabele etmek yoktur’’ hadis-i şerifi bulunmaktadır.Bu ifade İslam hukukunda, bütün hadiseler için hüküm verilirken kullanılan temel “beş kuraldan” biri haline gelmiştir. Başka bir kişiye veya hayvana zarar veren her eylem hükmen yasaklanmış, sadece daha büyük bir faydayı sağlamak veya daha büyük bir zararı gidermek için tâlî bir prensip olarak uygulanabileceği belirtilmiştir: “Daha büyük zarar, daha az zararla giderilir.” İslam'da daha az bir zararın, daha büyük bir zarar ile giderilmesi yasaklanmıştır.

Savaş; insanlara, hayvanlara ve çevreye zarar veren en büyük insan faaliyetlerinden birisidir. Bu nedenle, Allah Teâla’nın buyurduğu gibi, “Fitne, öldürmekten daha kötüdür” kaidesince daha büyük bir zararı gidermek dışında savaşa başvurulmamalıdır. Bu ayette, İslam’ın emirlerini uygulamaya çalışanları şiddetli bir şekilde baskı altına alan, insanların Beytullah'ta hac ibadetini yerine getirmelerini engelleyen ve müslümanları kendi inançlarından başka hiç bir sebep olmaksızın evlerinden kovan Kureyş’in zulümleri kınanmaktadır. Öldürmeyi içeren bir savaş kesinlikle kötüdür, ancak burada ifade edildiği gibi insanların dînî tercihleri nedeniyle gördükleri işkence ve zulümlerin kötülüğü daha büyüktür. O dönemde yapılan zulümlere örnek olarak ibadet etme özgürlüğünün şiddetli bir şekilde baskı altına alınması, bunun yanında fakirlere ve zayıflara sistematik işkence uygulanması zikredilebilir. Müslümanların, seleflerinin yaşadıkları acılara katlanmak zorunda kalmamasını sağlamak için islâmî meşru savaş sistemi tesis edilmiştir.

Bazı İslam alimlerinin tarihsel açıklamaları, saldırmazlık ilkesinin ihlal edildiği şeklinde yorumlanmaktadır. Örneğin bazı hukukçular, düşmana kendi topraklarında saldırma anlamına gelen “saldırı cihadı” (cihad al-talab) kavramını geliştirmişlerdir. Bu, Batı'nın önleyici savaş olarak adlandırdığı, müşahhas bir tehdide karşı girişimde bulunma durumuna benzemektedir. Modernite öncesi dünyada büyük hanedan imparatorluklarının bu tür “saldırgan” faaliyetleri, nefsi müdafaa amacıyla mecburi görülmüştür. Arapların dediği gibi, “Romalılar kendilerine karşı seferberlik olmadığı zaman, (size karşı) seferberlik yaparlar.”  Bu bağlamda bazı fıkıhçıların iddialarına göre, “sizinle savaşanlara karşı, Allah rızası için savaşmak”  ayeti, “kılıç ayeti” tarafından “nesh” edilmiştir. Müfessir Beydâvi’nin de izah ettiği gibi, sonra inen ayetler ‘’sizinle savaşanlara ya da savaşması beklenenlere’’ karşı savaşmaya ruhsat vermiştir. Saldırmazlık ilkesi ortadan kaldırılmamış veya iptal edilmemiştir, bilakis müslümanlara, kendi topraklarında saldırıya uğramak için beklemek yerine, kendi güvenlikleri için gerçek tehditlere karşı, yani Roma ve Fars imparatorluklarına yönelik girişimde bulunmaları emredilmiştir.

Bu nedenle İbn-i Teymiye gibi bazı fakihler, Kur’an’ın ve buna bağlı olarak cumhur ulemanın sadece karşı tarafın savaşı devam ettirdiği veya savaş başlatacakları konusunda tehditte bulunmaları durumunda onlarla savaşmaya ruhsat verdiğini ileri sürmüşlerdir. ‘’Savaşa katılanlar ve zorluk çıkaran insanlar”, yani müslümanlara saldıranlar ya da dinlerinin emrettiğini uygulamak isteyenleri şiddetle engelleyenleri hariç tutarak Kur’an, tüm insan kategorilerini kendilerine saldırılmasından muaf tutmuştur. Kadınlar, çocuklar, rahipler, yaşlılar, körler ve bunlar gibi savaşçı olmayanlar, savaşa fiili olarak katılmadıkları sürece saldırıya uğramazlar. 

Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in saldırmazlık ilkesi, sadece adaletsiz savaşların başlamasını engellemekle kalmamakta, aynı zamanda savaş ilan edildiği zaman haksızlığın tek bir defa bile olsa meydana gelmesini önlemektedir. Şimdi, İslam’ın saldırmazlık ilkesine dayanarak, savaşın zararlarını mümkün olduğunca en aza indirgemek için belli kuralları nasıl koyduğuna yoğunlaşalım.

Savaşta Adalet (Jus in Bello)

Tıpkı “fitne, öldürmekten daha kötüdür” ayetinin, meşrû bir savaşın başlatılmasına (jus ad bellum) hangi durumların sebep olabileceğini açıklayan anahtar ayet olması gibi, aşağıdaki ayet de savaşta adaletin yerine getirilebilmesi için gerekli olan islâmî kriterleri ya da savaşın kendi kurallarına uygun şekilde nasıl mücadele edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır:

Sizinle fiilen savaşanlarla Allah yolunda (O’nun adını yüceltmek için) savaşın, fakat (Allah’ın koyduğu kuralları çiğneyerek) haddi aşmayın. Şüphesiz ki Allah, haddi aşanları sevmez. 

Bu, Kur’an’da müslümanlara savaşmayı emreden ilk ayettir. Bu ayet ve müslümanların savaşmasına ruhsat veren diğer ayetlerin nüzulünden önce Kur’an müslümanlara, kafirlerin kendilerine muameleleri nedeniyle çektikleri acılara karşı sabırlı olmalarını tavsiye etmiş, hatta mümkünse görmezden gelip onları affetmelerini öğütlemiştir. Ancak müslümanların, öldürülmemek için saldırılara karşı koymaları gerektiği zaman, onların savaşa gitmelerini emreden bu ayet indirilmiştir. Bu ayet, pek çok kritik islâmî savaş kuralına kaynaklık etmektedir.

İlk ve en önemli ilke şudur: Savaş, yalnızca sana karşı savaşan, savaşçı kişilerle sınırlıdır.

Ayette açıkça “size karşı savaşanlara karşı savaşın” şeklinde buyrulmaktadır. Bu yüzden, siviller hedef alınamaz. Modern meşrû savaş teorisinin önde gelen uzmanlarından Michael Walzer'ın iddia ettiği gibi, savaşçıların öldürülmesi ancak bir savaşın yasal olarak ilan edilmesinden sonra ortaya çıkabilir. İslam bu söylemi genişletmektedir. İslam hukukçuları yukarıdaki ayetlerden, fiilî savaşa girmeyen sivilleri, özellikle kadınları, çocukları, yaşlıları, papazları, rahipleri, engellileri ve hatta düşman için çalışan ama savaşa bilfiil iştirak etmeyen işçileri veya çiftçileri bile öldürmenin yasak olduğu sonucuna varmışlardır. 

Bu durum, ilk dönem fıkıh kitaplarında kaydedildiğine göre şöyle vurgulanmaktadır: Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in en yakın arkadaşı ve kendisinden sonra halifelik yapmış olan Hz. Ebu Bekir (ra), gönderdiği orduya şu nasihatlerde bulunmuştur:

Kendilerini tamamen Allah’a verdiklerini iddia eden bir halk bulacaksınız. Onları kendi söyledikleri ile baş başa bırakın… Kadınları veya çocukları ya da yaşlı, engelli bir kişiyi öldürmeyin. Meyve veren ağaçları kesmeyin. Yaşam alanlarını yok etmeyin. Koyun veya develeri, yalnızca onları yemek için kesin, başka bir nedenle kesmeyin. Arıları yakmayın ve onların yuvalarını dağıtmayın. Ganimetlerden çalmayın ve korkak olmayın. 

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) bu örneği kendi fiillerinde ve tavsiyelerinde pek çok defa uygulamıştır. Bir keresinde, savaşta bir kadının öldürüldüğü tespit edildikten sonra, Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) kadınları ve çocukların öldürülmesini “kınamıştır”. Bir başka rivayette Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), ‘’O kadın savaşmıyordu’’ diyerek, savaşa katılmayanların dokunulmazlığını ifade etmiş ve bu olayı kınamıştır. Ayrıca ashabına, işçileri öldürmemelerini emretmiştir. Saldırmazlık mesajı, herkese hatırlatma olsun diye Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in kılıcı üzerinde dahi yazmaktaydı: ‘’Şüphesiz, insanların en kötüsü, kendisine vurulmadığı halde karşısındakine vuran, kendisine karşı savaşılmadığı halde karşısındakini öldüren kimsedir.’’ Sivillerin ve savaşmayan kimselerin hayatlarını korumaktan bahseden buna benzer pek çok rivayet ve uygulama bulunmaktadır.

Bu prensiplerin ışığında ek bir savaş kuralının daha üzerinde durulması gerekmektedir: Haddi aşmak yasaktır.

Savaş alanındaki yaşlılar, zayıflar, kadınlar, çocuklar, rahipler, işçiler ve diğer siviller, savaşarak kendi dokunulmazlıklarını kendi elleriyle kaldırmadıkları müddetçe hedef alınamazlar. O zaman bile, yalnızca tehditle orantılı bir güç kullanmaya ruhsat verilmiştir. Bu yüzden onları öldürmekten mümkün olduğunca kaçınmak gerekmektedir.

Savaşçıların zulmetmesini ve malları tahrip etmesini yasaklayan iki kural daha bulunmaktadır: 1) Yaralamak, sakat bırakmak ve işkence etmek yasaktır. 2) Sınırları belirlenmiş bazı özel şartlar (daha sonra açıklanacaktır) dışında, ekinlerin, ağaçların, çiftlik hayvanlarının veya sivil altyapı sistemlerinin tahrip edilmesi yasaktır.

Geleneksel şeriat anlayışına dayanan bu prensipler (veya İslam hukukunun kuralları), 1990 yılında Kahire'deki Dışişleri Bakanları On dokuzuncu İslam Konferansı'nda kabul edilen ve yayınlanan Kahire İnsan Hakları Bildirgesi'nin 3. maddesi ile teyit edilmiştir:

a) Güç kullanma ve silahlı çatışma durumunda; yaşlı erkekler, kadınlar ve çocuklar gibi savaşçı olmayanları öldürmeye izin yoktur. Yaralılar ve hastalar tıbbi tedavi hakkına, savaş esirleri ise beslenme, korunma ve giyinme hakkına sahip olmalıdırlar. Ölülerin cesetlerine zarar vermek yasaktır. Savaş esirlerini değiştirmek ve savaş şartları nedeniyle ayrılan ailelerin ziyaretlerini veya yeniden birleşmelerini sağlamak bir yükümlülüktür.

b) Ağaçları kesmek, mahsullere veya çiftlik hayvanlarına zarar vermek ve düşmanların sivil binalarını ve tesislerini bombalamak, patlatmak veya başka yollarla tahrip etmek yasaktır. 

Böylece, Kuran ve Sünnet savaş sırasında fiilen savaşmayanlar hakkında bağlayıcı tedbirleri net bir şekilde sağlamaktadır. Sivillerin kasıtlı olarak hedef alınmaları hiçbir şekilde mümkün değildir. Kur’an, ‘’Haddi aşmayın, çünkü Allah haddi aşanları sevmez’’ ayetiyle bu kuralın önemini belirtmektedir. Başka bir deyişle savaşmak, yalnızca (savaş esnasında fiilen çarpışmaya giren) savaşçılarla sınırlıdır. Bunların dışında herhangi bir kimseyi öldürmek ise İslam Hukuku'na göre Allah’ın (cc) hoşlanmadığı bir suçtur ve sınır ihlalidir. Tahmin edilebileceği gibi bu kurallar, Walzer’ın modern teorisi ile uyum içerisindedir.

Kuran, suçsuz bir canın alınmasının ciddiyeti hakkında gayet nettir:

İşte bundan dolayıdır ki, (bütün insanlığı kapsamına alan umumî bir kaide olarak, bilhassa) İsrail Oğulları için şu hükmü koyduk: “Kim, meşru çerçevede bir başka can karşılığı (kısas) veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarma cezası olmaksızın bir cana kıyarsa, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir hayatı kurtarırsa, sanki bütün insanların hayatını kurtarmış gibidir.

Burada Kuran, aynı anda hem bir yasak koymuş hem de emirde bulunmuştur. Kur’ân, masum bir insanın canını almanın, toplu cinayete denk olduğunu bildirmektedir. Çünkü bir cinayeti onaylamak, ahlâken bütün cinayetleri onaylamak anlamına gelir. Aynı zamanda ayet, devletin ölüm cezasını çok ağır şartlar altında kullanmasına izin vermektedir. (Bu şartları izah etmek, makalenin kapsamını aşmaktadır.) Bununla birlikte, meşruiyetinde şüphe varsa tek bir kişiyi öldürmenin kötülüğü, her bir mümini, başkalarını öldürme fiilinden alıkoymalıdır. Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ‘’İnsanlar içinde en çok öldürülenler, imanlı kimselerdir.’’ Kuran’da, gayrimüslimlerin hayatları da dahil olmak üzere bütün insanların hayatlarını korumaya yönelik özel bir ifade yer almaktadır. “Kim bir müslümanı öldürürse, tüm insanlığı öldürmüş gibi olur” denmemiştir. Aksine, Arapça'da kullanılan nefs kelimesi “ruh” ya da “can” anlamına gelmektedir. Bu da inanç, etnik köken ya da başka bir kimlik özelliğinin dikkate alınmadığı anlamına gelmektedir. Herhangi bir canın kasten öldürülmesi, toplu bir katliam ile eşdeğerdir ve (kelimenin tam anlamıyla) insanlığa karşı işlenen bir suçtur. En ağır şartlarda dahi tamamen yasaklanmıştır.

Ancak her şeye rağmen, Kuran savaş esnasında savaşçıları öldürmeye açıkça izin vermektedir. Walzer tarafından ana hatlarıyla izah edilen adil savaş teorisine göre düşman muharipleri, silahsız oldukları zaman bile, herhangi bir noktada, yaralanmadıkları veya yakalanmadıkları sürece, meşru bir şekilde öldürülebilirler. Walzer, savaş sırasında herhangi bir noktada, hatta o an fiilen saldırmamış olsa dahi düşman askerlerini öldürmenin kanunen ve ahlaken makul olduğunu ve asker olarak adlandırılan savaşçıların hayat hakkının olmadığını ayrıntılı bir şekilde açıklamaktadır.

Aynı şekilde Kur’an, savaş sırasında düşman askerlerinin öldürülmesinin meşru olduğunu şu ayet bağlamında dikkatlere sunmaktadır: ‘’O (sizinle savaşa)nları (savaş halinde iken) bulduğunuz yerde öldürün ve onları sizi çıkardıkları yerden çıkarın (ülkenizi onlardan kurtarın). (Her ne kadar savaş sizin için istenmeyen bir şey ise de,) fitne (küfür ve şirkin hakimiyetinin meydana getirdiği zulüm, kaos ve baskı ortamı) savaştan, insan öldürmeden daha beter bir durumdur.’’ Bu ayet, müslümanların hacca gitmek için Mekke'ye yaklaştıkları sırada, Hudeybiye antlaşmasının imzalanmasından sonra inmiştir. Müslümanlar, eğer bir saldırı ile karşılaşırlarsa nasıl tepki vereceklerini bilmiyorlardı. Onlara saldıranlara karşı savaşmaya izin verilmiş miydi? Kendilerinden haksız yere ve zorla alınan arazileri ve malları geri almalarına müsaade edilmiş miydi?

Bu ayet, tüm bu sorulara cevap vermektedir. Yani, savaş esnasında düşman askerlerine saldırmaya, onları öldürmeye ve aynı zamanda orantılı güç kullanarak haksız yere alınan arazi ve mülkleri geri almaya müsaade edilmiştir. Siyak ve sibakı dikkate almadan veya tarihsel ve hukuki bağlama atıfta bulunmaksızın “Onları nerede bulursanız öldürün” cümlesini cımbızlamak tamamen yanıltıcı olacaktır. Çoğu zaman gayrimüslimler ve hatta müslümanlar bu ayeti, kendi düşüncelerini haklı çıkarmak için hatalı bir şekilde aktarırlar ve sanki Kuran keyfi bir şekilde şiddeti teşvik ediyormuş gibi gösterirler. Halbuki, bu ayet kendi bağlamı içinde yorumlandığında anlamı gayet açıktır. Ayet, savaşla ilgili önemli sınırları belirlemektedir. Bu ayet, “Onları nerede bulurlarsa” sınırsız bir şekilde öldürmelerine izin vermez.

Kur’an, Mekke'de müslümanlara saldıran müşriklere gönderme yapmakta ve bu ayeti şu şekilde bitirmektedir: ‘’Kafirlerin cezası işte böyledir.’’ Burada not edilmesi gereken diğer bir husus ise, bu ifadeye göre gayrimüslimlerin sadece İslam'a inanmamaları nedeniyle öldürülmesine izin verilmemekte, bir önceki ayetin de belirttiği gibi yalnızca saldırıyı başlatan kişilere yönelik, karşı saldırıda bulunmaya izin verilmektedir. Savaşmayan erkekler, kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve bunlar gibi diğer siviller, Hz. Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem)'in ordusu tarafından asla hedef alınmamışlardır. Aslında Mekke, Kureyş’in önde gelenlerinin baskı ve zulümlerinden daha yeni kurtulduğu bir dönemde, artık güçsüz ve savunmasız olmalarına rağmen, yıllar boyu müslümanlara zulmetmiş olan müşriklerin çoğunun tek bir damla bile kanı dökülmemiştir. En azılı savaş suçlularından birkaçı hariç hepsi affedilmiştir. 

Son olarak, ilgili ayet aşağıdaki hafifletici nedenleri zikrederek sona ermektedir:

Eğer onlar (savaştan) vazgeçerlerse, şüphesiz ki Allah günahları çok bağışlayandır; (tevbe ile Kendisine yönelenlere karşı) hususî rahmet ve merhameti pek bol olandır. Fitne ortadan kalkıp da Hak Din, mevkiini alıncaya ve din Allah’a hasredilinceye kadar onlarla savaşın. Eğer (fitneden ve düşmanlıklarından) vazgeçerlerse, zaten zalimlerden başkasına karşı (savaş için) düşmanlık beslenmez. (Kendinde savaşılması yasak olan) Haram (Hürmetli) Ay, Haram Ay’a bedeldir ve bütün kıymet ve değerler karşılıklıdır. Şu halde, her kim size saldırır (ve değerlerinizi ihlâl ederse), siz de ona (aşırı gitmeden) aynen size saldırdığı şekilde mukabelede bulunun. Her durumda Allah’tan, O’nun emirlerine karşı gelmekten, çizdiği sınırlara riayet etmemekten sakının ve bilin ki Allah, müttakîlerle beraberdir. 

Burada, meşrû savaş teorisinin özeti mahiyetinde bir çerçeve gözler önüne serilmektedir. Ayet, savaşma nedeninin saldırıları engellemek ve zulmü durdurmak olduğunu tekrar etmektedir. “Din Allah’a hasredilinceye kadar” demek, Allah’ın adil hukukunu kabul etmek ve herkesin doğuştan gelen haklarını korumak anlamına gelmektedir. İnsanların İslam'ı bireysel olarak benimsemeleri değil, sadece islâmî ve insânî değerlerle uyum içinde olan sosyal adaletin devam ettirilmesi istenmektedir.

Üstelik, düşmanlar savaştan çekilirse, mesela bir asker teslim olur veya devlet barış çağrısı yaparsa, o zaman barış teklifleri herhangi bir misillemede bulunmaksızın (kişisel savaş suçları hariç) kabul edilmelidir. Kur’an’ın başka bir yerde buyurduğu gibi, ‘’Her şeye rağmen, o düşmanlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah’a dayanıp güven. Hiç şüphesiz Allah: O’dur Semî‘ (her sözü hakkıyla İşiten); Basîr (her şeyi hakkıyla Gören).’’ Hatta fiilen savaşmış olan askerlere, talep etmeleri halinde sığınma hakkı tanınmalıdır, ‘’Bundan ayrı olarak, müşriklerden herhangi bir kimse senden sığınma hakkı isteğiyle yanına gelmek dilerse, ona güvence ver ve kendisini kabul et; hem böylece Allah’ın Kelâmı’nı dinleme imkânı da bulmuş olur (ve belki iman eder). Ona verdiğin güvenceden dönme ve onu (malına ve canına dokunmadan) gideceği yere emniyet içinde ulaştır. Onlara böyle davranmak gerektiğinin sebebi şudur ki, hiç şüphesiz onlar, iman ve İslâm nedir bilmez, cehalet içinde yüzen bir topluluktur.’’ 

Kuran; inançlarına, ırklarına ve diğer kimlik özelliklerine bakılmaksızın düşman ile barış yapmanın önemini belirtmektedir. Düşman barışa meyledip saldırıdan vazgeçtiği sürece barış, her zaman öncelikli olmalıdır. Bu noktada artık, saldırmaya devam edenler veya savaş suçları işleyenler hariç, kimseye karşı düşmanlık etmek için izin yoktur. Üstelik eğer bir düşman savaşçısı sığınma talebinde bulunursa, müslümanlara, bu talebi yerine getirmeleri emredilmiştir.

Buraya kadar zikredilen savaş kurallarını şöyle özetleyebiliriz:

• Sadece saldırıyı veya zulmü durdurmak için savaşa izin verilmiştir.

• Düşman barış teklifinde bulunursa hemen kabul edilmelidir.

• Teslim olan düşman askerleri zarar görmemelidir.

Böylece meşrû savaşın temel kuralları zikredilmiştir. Makalenin devamında bu kuralların detayları tartışılacaktır.

Savaş Esirleri

Daha önce de delilleri gösterildiği gibi, teslim olan veya savaşmayı bırakan düşmanlara eman verilmesi gerekir. Kuran, savaş esirlerine sadaka vermenin, fakir ve muhtaçları beslemeyle eşit olduğunu açıklar. Müminler hakkında şöyle buyrulmuştur: ‘’Kendileri ihtiyaç duydukları ve yemek istedikleri halde yiyeceklerini yoksula, yetime ve esire verirler.’’ Erken dönem müfessirlerinden biri olan Taberi’ye göre, bu ayette zikredilen ‘’esir’’, ‘’zafer sonrası savaş alanında ele geçirilen düşman askeridir… Bununla birlikte Allah, bu güzel insanların esirleri doyurmasını övmüş, bu yaptıklarıyla ve esirlere merhamet etmeleriyle Allah’ın rızasını kazanmaya çalışmalarını methetmiştir.’’ Başka bir deyişle ilk iman eden müminler, kendileri yemeyi arzu ettikleri halde, yiyeceklerini daha önce kendileriyle savaşmış olan esirlere vermişlerdir.

İslam, savaş esirlerinin ne yapılacağı ikilemine, kendine has mükemmel bir çözüm önermiştir. Bu ikilem, binlerce yıldır problem olarak insanların karşısına çıkmış, Ebu Gureyb ve Guantanamo Körfezi askeri hapishanelerinde görüldüğü gibi modern dünyada hâlâ ahlâkî handikaplara neden olmaya devam etmektedir. Walzer bu sorunu ele almış ve şöyle demiştir:

Teslim olan bir asker, kendisini esir alan kişilerle bir anlaşmaya girmiştir: Hukuk kitaplarında geçen tabirle ‘’koruyucu tecrit’’ altına alınması şartıyla savaşmaktan vazgeçecektir… Savaş esirleri kaçmayı deneme hakkına sahiplerdir. Bu kalkışma nedeniyle cezalandırılamazlar. Ancak eğer kaçmak için bir muhafızı öldürürse, bu eylem savaş eylemi değil, cinayet olarak değerlendirilir. Çünkü onlar, teslim olduklarında savaşmayı terk etmek konusunda söz vermiş ve öldürme haklarından vazgeçmişlerdir.

Bu, kulağa ideal gelse de günümüzde çok nadir ve belli belirsiz uygulamalar dışında pratiğe dökülememektedir. ‘’Koruyucu tecrit’’ tam olarak neyi ifade etmektedir? Savaş esirleri ne kadar süre hapsedilmelidir? Esirler özgürlüklerini nasıl geri kazanabilirler?

Savaş esirlerine nasıl muamele edileceği konusunda, tarih boyunca klasik birkaç farklı seçenek uygulanmıştır:

İdam Etmek

İdam, esirleri ellerinde tutan kişiler için düz, basit ve hatta en hızlı ve en kolay çözümdür. Gerçek savaş suçluları için yasal bir cezalandırma yöntemi olarak kullanıldığı durumlar dışında, bu işlemin elbette ahlaken kınanması gerekir. İdamın genel bir çözüm olarak uygulanması hem İslam’a hem de günümüz meşrû savaş ilkelerine aykırıdır.

Hapsetmek

Bu işlem, mahkumların kötü muameleye maruz kalmaması şartıyla İslam ve meşrû savaş teorisi ile uyumludur. Bu sistemin dezavantajı, uygun bir şekilde kurulduğunda bile, esirlere ve esirleri ellerinde tutan kimselere sıkıntı vermesidir. Esirler açısından bakıldığında, onların ne kendilerine ne de topluma fayda sağlayabilecekleri bir mekânda, süresiz olarak kilitlenmelerini zorunlu kılmaktadır. Esirleri ellerinde tutan kimseler açısından, esirlerin barınma, beslenme ve tedavi ihtiyaçlarını karşılamak, onların etrafında muhafızlar görevlendirmek ve buna benzer başka sorumluluklar nedeniyle bu sistem, topluma yük oluşturmaktadır. Mantıksal olarak, kitlesel hapishane sistemlerini inşa etmek için yeterli kaynaklar sağlanmadan, ihtiyaç duyulan personelleri istihdam etmeden ve buna uygun döşenmiş binalar olmadan büyük bir savaşın ardından esirleri hapsetme işleminin uygulanması imkânsız hale gelmektedir. Tarihte gerçekleşen uygulamalarda, mahkumların ideal koşullarda tutulduğu çok nadirdir. Çoğu kez esirler, sonu pek de iyi bitmeyen insanlık dışı muamelelere maruz kalmışlar, nihayetinde ya kaçmışlar ya da idam edilmişlerdir.

Serbest Bırakmak

Serbest bırakma işlemi en bağışlayıcı çözümdür ancak pratikte uygulanması mümkün değildir, hatta tehlikeli bile olabilir. Düşman askerleri, yakalandıklarında yalnızca serbest bırakılacaklarını bilirlerse, daha sonra yeniden gruplaşıp tekrar saldırıya geçebileceklerini fark etmiş olurlar.

Bu çözümlerin hiçbiri genel bir kural mahiyetinde ne ahlaken ne de pratik olarak uygulanabilir olduğu için, İslam var olan bir sistemi ele almış, bu sistemi insani değerlere uygun hale getirmiş, üzerinde değişiklikler yapmış ve onu ıslah etmiştir:  “Rikk” Kölelik sistemi ya da esaret sistemi bazen yanlış bir şekilde kölelik ile aynı zannedilmektedir. Esaret sisteminde her mahkûm, müslümanlardan bir ev halkına tahsis edilmiştir. Bu hane halkı, esir için uygun bir barınak sağlamak ve ailenin tüm üyeleri tarafından kullanılmakta olan, aynı kalitede yiyecek ve giyecekleri esire de temin etmekten sorumludur. Esir, usulüne uygun bir şekilde, aileye günlük rutin işlerde ve genel iş gücünde yardımcı olur. Bu ilişki, esirin önceden içinde yaşadığı toplum tarafından fidyesi ödenip özgürlüğüne kavuşuncaya veya kendi özgürlüğünü kendisi satın alıncaya kadar devam eder. Bu şekilde esir, topluma yük olmadan ve kendisine karşı kötü muamelede bulunulmaksızın geçirdiği zaman diliminden istifade etmiş hem kendine hem de topluma faydalı olmuş olur. Buna ek olarak, mali bir ödeme yapmanın serbest bırakılmak için gerekli olması, düşmanlar için caydırıcı bir etki göstermiştir.

Şüphesiz islâmî usul, modern meşrû savaş teorisindeki “koruyucu tecrid” kavramının içini doldurmuştur. Mahkum, istismardan korunmalıdır ve beraber yaşaması kararlaştırılan hane halkı ile aynı seviyede muamele görmeli ve aynı yaşam standartlarına sahip olmalıdır. Mahkum, toplumu zarara uğratmamak için bu iyi muamelenin karşılığını emeği ile geri ödeyebilmelidir.

Bu sistemin hedeflerini korumak için, Allah Rasulü (sallalahu aleyhi ve sellem), esaret sistemi üzerinde çeşitli kurallar ve kısıtlamalar koymuştur. Esirden sorumlu olan aile, mahkumun adını değiştirerek onun aile bağlarına zulmedemez. Kuran-ı Kerim’de de geçtiği gibi esirlere, kendi özgürlüklerini satın alabilmeleri için çalışma fırsatı verilmesi gerekmektedir: ‘’Eğer ellerinizin altındaki köle ve cariyelerden belli bir ücret karşılığı kendilerini serbest bırakmanız konusunda sizinle bir anlaşma yapmak isteyen olursa, (onları dürüst buluyor ve hayatlarını dilenmeden kazanabilir ve toplumun hayırlı birer ferdi, hür birer vatandaş olabilir görüyorsanız,) bu takdirde kendileriyle istedikleri anlaşmayı yapın.’’ Mahkum, eşit muamele görmeli, temel insan haklarına saygı gösterilmeli ve kendisine çok fazla iş yüklenmemelidir. Ashab-ı kiramdan Ebu Zerr’in, sorumluluğunu üstlendiği esir ile aynı kıyafeti giydiği görülünce kendisine bu durum sorulmuş ve o da Allah Rasulü (sallalahu aleyhi ve sellem)’in kendisini esirlere muamele konusunda uyardığını şu sözlerle anlatmıştır:

‘’Hizmetçileriniz sizin kardeşlerinizdir. Allah onları sizin elinizin altına (yönetiminize emanet olarak) vermiştir. Kimin sorumluluğu altında böyle bir kardeşi varsa ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin ve ona gücünün yetmeyeceği bir iş yüklemesin; eğer ona ağır bir iş yüklerse ona yardım etsin!’’

Ayrıca, esirleri serbest bırakanlar Allah tarafından mükafatlandırılır ve bu davranışları, işledikleri pek çok günaha kefaret olur. Kur’an, ‘’esirleri hürriyetine kavuşturmayı’’ günahlardan kurtulmak için bir yol olarak ifade etmektedir. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) genel bir prensip olarak insanları esirleri mümkün mertebe serbest bırakmaya teşvik etmiş ve şöyle buyurmuştur: ‘’Açları doyurun, hastaları ziyaret edin ve esirleri/ köleleri özgürlüklerine kavuşturun.’’ Ayrıca Allah Rasulü (sallalahu aleyhi ve sellem) esirlerle alakalı bir kural daha koymuştur. Buna göre eğer bir kimse, kendisinden sorumlu olduğu esire ya da kölesine, onu aşağılamak için tokat atarsa, esiri ya da köleyi serbest bırakması gerekmektedir. ‘’Kim kölesine tokat atar veya onu döverse, onun cezası kölenin azat edilmesidir.’’ 

Yukarıdaki kısıtlamalarda da görüldüğü gibi İslam'daki esaret sistemi, savaş esirlerini üretken bireyler olarak toplumun bir üyesi haline getirmek üzerine kurulmuştur. Böyle zarif bir muamele ile karşılaşan bazı esirler, İslam'ın sıcak iklimine girip iman etmişlerdir. İslam’ın hak din olmasının delillerinden biri de, Ömer Bin Hattab ve Ebu Süfyan gibi eski düşmanların pek çoğunun nihayetinde kendi istekleriyle İslam’ı kabul etmeleridir.

Esaret sistemi birçok durumda gayet başarılı bir şekilde uygulanmıştır. Hatta Osmanlı Devleti’ndeki “Memlukiler” köleler (köle edilen insanlar) örneğinde olduğu gibi, köle sınıfından olanlar ya da onların çocukları, toplumda önemli statüler elde etmişler ve hatta İslam dünyasında yönetici konumuna yükselmişlerdir.Maalesef Amerika’nın yerlileri olan Kızılderililerin ve Afrikalıların, Avrupalı ve Amerikalı köle sahipleri tarafından maruz bırakıldıkları muameleler, esaret sisteminin acımasızca ve zalimce icra edildiğini göstermektedir. Bu köleler genellikle ya hiç hak sahibi olamamış ya da kendilerine çok az haklar verilmiş, kötü muamele görmüş, acımasızca dövülmüş ve hatta bazen de öldürülmüştür. Fakat İslam'daki “kölelik” ile Avrupa / Amerikan kölelik sistemi arasındaki benzerlik sadece insanların vermiş olduğu isimle sınırlıdır. İslam hukuku kapsamındaki köleler ve esirler, ırkçılık nedeniyle köleliğe mecbur edilmemiş, tamamen farklı bir şekilde, savaş sonrası esir alınmaları nedeniyle onlar üzerinde hakimiyet kurulmuştur. İslam’da esirler çok daha iyi muamele görmüşlerdir ve sosyal değişim için kendilerine fırsat verilmiştir. Dahası, yukarıda da ifade edildiği gibi İslam, köleleri özgürlüğüne kavuşturma konusunda teşvikte bulunmuş ve bunu kolaylaştırıcı hükümler ortaya koymuştur.

Aslında İslam’daki esaret sistemi, modern dönemde mahkumlara nasıl muamele edileceği konusunda makul ve merhametli bir yöntem olabilir. Guantanamo Körfezi'nde ve diğer “karanlık bölgelerde” görüldüğü gibi, savaş esirlerinin nasıl muamele gördüğü konusundaki batı standardının, gerçekte geleneksel islâmî sistemden çok daha az insancıl olduğu iddia edilebilir.

Ehven-i Şerreyn

Savaşta, bazen sivillerin canlarını alan ve mülkleri yok eden askeri harekatların yapılması zorunlu olabilmektedir. Bu tür eylemler, meşrû fiiller olarak değerlendirilebilir mi?

‘’Ehven-i Şerreyn’’ prensibine göre, olumlu bir sonucu elde etme niyetiyle yapılan herhangi bir askeri eylem, olumlu netice ve olumsuz netice olmak üzere iki unsura sahip olabilir. Bu olumsuz netice, iki kötüden daha az kötü olanının tercih edilmesi şeklinde kabul edilebilir. Walzer bu prensibin, makul derecede olan bir yan etkiyi kabullenmenin temeli olduğunu iddia etmektedir.

Aşağıdaki dört şartın sağlanması şartıyla, (savaşmayanların öldürülmesi gibi) muhtemel bir kötü sonuç doğurabilecek bir eylemin gerçekleşmesine izin verilir: 1) Eylemin kendisinin iyi olması, ya da en azından kötü olmaması gerekir. Yani amacımızın meşrû bir savaş eylemi olması lâzımdır. 2) Asıl etkinin ahlâken kabul edilebilir olması gerekir. Mesela düşmanların askeri mühimmatlarının yok edilmesi veya düşman askerinin öldürülmesi hedeflenmiş olabilir. 3) Fiili gerçekleştiren kişinin niyetinin iyi olması gerekir. Yani onun hedefinin yalnızca kabul edilebilir bir sonucu olmalıdır, kötü bir netice ne onun hedefi ne de hedefine giden bir araç olmalıdır. 4) İyi netice, kötü neticeye izin vermeyi telafi edecek kadar iyi olmalıdır. Burada, eylemin Sidgwick’in orantılılık kuralına uygun olması gerekmektedir.

Başka bir deyişle Walzer, esas eylem meşrû olduğu sürece ve eylemin asıl nedeni de (tehdidi savmak gibi) müspet bir sonuca ulaşmak olduğu müddetçe, sivillerin ölmesi gibi istenmeyen zararlı sonuçlara yol açabilecek askeri eylemlerde bulunmanın meşrû ve kabul edilebilir olduğunu ileri sürmektedir. Kötü sonuç, asla amaç veya ana hedef olmamalıdır ve daha da önemlisi, eylemin olumlu etkilerinin, olumsuz etkilere yeterince baskın gelmesi gerekmektedir.

Bu anlayış, daha az zarar vererek daha büyük bir zararın ortadan kaldırılmasına müsaade eden İslam hukuku kuralları ile uyumludur. Bir eylemin net faydaları ve zararları olabildiğince hesaplanmaya çalışılmalıdır. Peygamber Efendimiz (sallalahu aleyhi ve sellem)’in bir kural olarak, şartlar ne olursa olsun başta kadınlar ve çocuklar olmak üzere, sivillerin hedef alınmasını ve öldürülmesini kesinlikle yasakladığı açıktır. Buna rağmen, genel kabul gören askeri zorunluluk ilkesi ve iki zarardan daha az olanın tercih edilmesi ilkesi (dört şartın sağlanması ile geçerli olan ‘’ehven-i şerreyn’’ ilkesi) sebebiyle, Allah Rasulü (sallalahu aleyhi ve sellem), sivillere zarar verebilen bu tür eylemlerin gerekli ve kaçınılmaz olduğu zamanlarda askeri eyleme izin verilebilmesini kabul etmiştir.

Sivillerin kasıtlı bir şekilde hedef alınamayacağı kuralı değişmemiş, ancak yan etki olarak gerçekten bir hasar meydana gelmesi beklenen meşrû askeri faaliyetlerin büsbütün yasaklanmasına da ihtiyaç duyulmamıştır. Tabi ki bu, sivillere karşı doğrudan yapılan saldırıları veya aşırı zarara yol açabilecek herhangi bir eylemin meşrû olduğu anlamına gelmemektedir. Bu anlayış İmam Müslim’in hadis kitabında bulunan, ‘’gece baskını esnasında kasıtsız olarak kadınların ve çocukların öldürülmesinin cevazı’’ başlığı altında açıklanmıştır. Onun rivayet ettiği olayda, Allah Rasulü (sallalahu aleyhi ve sellem’in rehberliğinde, düşmana yapılan bir gece baskını sonrası, bazı kadın ve çocukların kazâen öldürülmüş olduğu ortaya çıkmıştır. Bu konuyu Peygamber Efendimiz (sallalahu aleyhi ve sellem)’e sorduklarında: ‘’Onlar da onlardandır’’ buyurmuştur. Sivilleri, meşru bir askeri harekatın hedefine yakın tutmak düşmanın suçu sayılmıştır.

Ehven-i şerreyn ilkesinin bazı şartlarla sınırlandırılmasında olduğu gibi, bu olay da askeri zorunluluk prensibini ortaya koymuştur. Savaşa fiilen katılmayanları öldürmek aşırı derecede kınanmasına rağmen, düşman saldırılarını geri püskürtmek için harekete geçildiğinde bazen bu durum kaçınılmaz olabilmektedir. Sivillerin öldürülmesi, istenmeden yapıldığında ve zorunlu hale geldiğinde dahi her koşulda yasaklanmış olsaydı, düşmanların bunu bir avantaj olarak değerlendirmelerine ve insanları kalkan olarak kullanmalarına fırsat verilmiş olurdu. Makul hiçbir askeri lider böyle bir dezavantajı kabul etmezdi. Açık olmak gerekirse, bu ruhsatta esneklik gösterip doğrudan sivilleri hedef almak ya da orantısız güç kullanarak tahribata neden olmak gibi bir noktaya gelinmemesi gerekir. İslam ve meşrû savaş teorisi, bariz kötü neticeler hatırına “en ideal” kavramının manipüle edilmesine izin vermez.

Hem askeri zorunluluk hem de ehven-i şerreyn prensiplerine göre İslam, Hz. Ebu Bekir’in (ra) daha önce bahsi geçen emirleri gibi, düşmanların tarlalarının, çiftliklerinin ve altyapılarının tahrip edilmesini genel olarak yasaklamaktadır. Her halükârda, bu kural da ehven-i şerreyn ilkesine tabidir. Kur'an, gerekirse ağaçların yakılmasına izin vermiş, ancak aynı zamanda böyle bir stratejiyi zorunlu tutmamış veya tavsiye de etmemiştir. ‘’Onların hurma ağaçlarından hangisini kesmiş veya kesmeden kökleri üzerinde yerinde bırakmışsanız, bunların hepsi Allah’ın izniyleydi ve yoldan büsbütün çıkmışları rüsvay etmek içindi.’’ 

Bu ayet, yahudi bir kabile olan Beni Nadr’in, savaş hazırlıklarında Kureyş’e yardım etmek suretiyle Medine Sözleşmesi’ni ihlal etmesi ve müslümanlara ihanet etmesi hakkındadır. Yoksa bu kabileye yapılan saldırı, sadece onlar Yahudi olduğu için değildir. Savaşa devam edilebilmesi için, saldırı sırasında Beni Nadr’ı muhafaza eden ve mali kaynaklık teşkil eden hurma ağaçlarının yakılması önerilmişti. Müslümanlar bu eylemin yapılmasının gerekip gerekmediğini hakkında görüş birliğine varamadılar, ancak ayet hurma ağaçlarına yapılan saldırıyı onayladı. Bu, normalde yasak olan, ancak zorunluluk nedeniyle meşrû hale gelen bir eylemdi.

Bu ayetin bir sonucu olarak, müslüman alim Şeyh İbn Humam, “yalnızca düşmanın yukarıdaki önlemlere başvurmaksızın mağlup edilemediği veya üstesinden gelinemediği durumlarda” düşman bitkilerine ve altyapılarına saldırmanın savaş sırasında meşrû olduğunu belirtmiştir. Bir kez daha ifade etmek gerekirse, normalde yasaklanmış bir eyleme sadece askeri zorunluluk nedeniyle bir ruhsat olarak izin verilebilir. Ruhsat kendi içinde iyi bir şey değildir, aksine uygulanabilecek tek seçeneğin daha kötü olması durumunda kullanılması uygun görülmüştür.

Bu ruhsatların usulsüz olarak esnetilmesi, kötü niyetli ve kasıtlı olarak ölümlere ve tahribatlara neden olunması ise tam anlamıyla terörizmdir. Makalenin devamında bu konu üzerinde durulacaktır.

Terörizm

Terörizm, “siyasi amaçlar gözetilerek yasadışı yollarla, özellikle sivillere karşı şiddet uygulama ve korku salma faaliyeti” olarak tanımlanmaktadır. Buraya kadar özetlediğimiz bütün sebeplerden dolayı, terörizmin her çeşidi ya da saldırmazlık ilkesinin ihlali hem İslam hukuku hem de modern savaş teorisine göre tamamen yasadışı bir savaş suçudur.

Ne yazık ki Kur'an, şu ayet mealinde görüldüğü üzere bazen sanki terörü teşvik ediyormuş gibi algılanabilecek bir şekilde tercüme edilmektedir: ‘’Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın. Onlarla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve bunlardan başka sizin bilmediğiniz fakat Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz.’’ Ayet siyak ve sibakına göre değerlendirildiğinde asıl amacın bütün toplumu korkutmak ya da kendi düşüncesine hizmet eden siyasi hedefler doğrultusunda insanları sindirmek olmadığı, aksine potansiyel tehditlerin gözünü korkutup onları en baştan vazgeçirmek olduğu anlaşılmaktadır. Fiili bir saldırı yaparak, özellikle sivillere ya da onların mülklerine saldırarak “korku” ya da “terör” meydana getirilmeye çalışılmamıştır. Asıl amaç terör değil, caydırmaktır. Üstelik bu ayetin hemen ardından, bu tür caydırıcılığın yalnızca düşman saflarındaki savaşçılar için geçerli olduğunu bilmemizi sağlayan, daha önce de bahsi geçen barış teklifinin kabul edilmesi hakkındaki ayet gelmektedir.

Meşrû savaş teorisindeki diğer meşru bir eylem de caydırıcılıktır. Siyaset bilimcilerden Frank Zagare ve D. Marc Kilgour'a göre, savaşı engellemeye yönelik başarılı bir caydırma fiili, yalnızca güç değil, aynı zamanda “mütekabiliyet ilkesini” de kapsayan bir inandırıcılık da gerektirmektedir. Bir devletin hem bir tehdidi gerçeğe dönüştürme hem de bir saldırıya karşılık verme gücü ve inandırıcılığı varsa, savaşın çıkma ihtimali daha azdır. Bir devlet, başka bir devlete saldırdığında, kendisine yönelik karşı saldırıda bulunulacağını bilir. Soğuk savaş yıllarında, Sovyetler Birliği’ni ile Birleşik Devletler'i küresel bir nükleer soykırım başlatmaktan alıkoyan şey, kendilerini karşılıklı olarak caydıran ‘’iki taraflı kesin tahribat’’ veya “güçler dengesi” ilkesiydi. Kur’an, barışı korumak için olası tehditlere karşı caydırıcı bir askeri hazırlık oluşturmayı emretmektedir. Yersiz çağrışımlardan kaçınmak için farklı bir şekilde tercüme edilebilmesine rağmen, Kuran'da “terör” ün zikredildiği iddia edilen ayetin bağlamı budur. Kur’ân, masum sivilleri kasıtlı olarak öldürmeyi ya da bu günkü ifadeyle “terörizmi” hiçbir şekilde haklı göstermemiştir. Müslümanlara son derece eleştirel yaklaşan bir bilim adamı olarak bilinen Bernard Lewis bile, “İslam'ın temel metinleri hiçbir zaman terörizm ve cinayeti teşvik etmemiştir” diyerek bu gerçeği itiraf etmiştir. 

Terörizmle ilgili önemli akademik çalışmaların da gösterdiği gibi, İslam ve terörizm arasında bir ilişki olduğunu iddia etmek hem tehlikelidir hem de yanlıştır. Siyaset bilimi uzmanı Robert Pape, aşırılık yanlısı müslümanlar (daha doğru bir ifadeyle sapkınlar) tarafından yapılan intihar ve terör saldırılarını incelemiş ve İslam'ın kendisinin bir teşvikinin olmadığını anlamıştır:

Veriler, intihar saldırıları ile islâmî fundamentalizm ya da dünyadaki dinlerden herhangi biri arasında çok az bağlantı olduğunu gösteriyor… Tam tersine, neredeyse tüm intihar saldırılarının ortak seküler ve stratejik bir hedefi vardır: Modern demokrasileri, teröristlerin kendi vatanları olarak gördükleri topraklardan askeri güçlerini çekmeye zorlamak. Din, nadiren esas neden olarak karşımıza çıksa da genellikle terör örgütleri tarafından kendilerine eleman bulmada ve daha geniş stratejik hedeflere hizmet eden diğer uğraşlarında bir araç olarak kullanılır.

Pape ayrıca, terörün temel sebebinin İslam olduğunu iddia eden politikaların tehlikeleri konusunda da uyarıda bulunmaktadır: “… intihar saldırılarıyla islami fundamentalizm arasında bir bağlantı olduğunu varsaymak yanıltıcıdır ve hem Amerika'nın durumunu kötüleştirecek hem de birçok müslümana zarar verebilecek iç ve dış politikaları gereksiz yere teşvik edebilir. Terörizm için İslam’dan başka hiçbir şeyi suçlamayan hatalı politik söylemler nedeniyle hem müslümanlar hem de gayrimüslimler zarar görmektedirler.

Başka bir siyasal bilimler uzmanı Joseph Schwartz, 11 Eylül'deki korkunç saldırıların bile, çok küçük bir nedeninin îslâmî inanç olduğunu ancak asıl nedeninin Amerika’nın Orta Doğu'daki dış politikasına karşı koymak olduğunu yazmıştır (bu ifade kanunsuz politikalar anlamında kullanılmıştır):

Fakat bu tür hareketler sadece çarpık ve mantıksız düşüncelerin neden olduğu şeyler değildir. Terörist öfke, ne kadar etkisiz olursa olsun, genellikle anlaşılabilir siyasi şikayetlerden kaynaklanır. El-Kaide’yi mantıksız bir katliam ekolü olarak ele almak, arkasındaki rasyonel mantığı görmezden gelmek demektir. Çünkü aynı mantık Amerika Birleşik Devletleri'nin daha sonra Afganistan'a saldırarak oyuna dahil olmasını sağlamıştır. 

Birçok reel politik sorun teröristleri harekete geçirebilir: ABD’nin, Filistin’i acımasızca işgal eden İsrail’i desteklemesi, ABD’nin Irak’ı işgali ve orada tahribatta bulunası, yarım milyon kadar insanın ölümüne neden olan Irak savaşından önceki yaptırımlar, bazı baskıcı hükümetlere ABD’nin destekleri vb… Bu problemlerin hiçbiri terörizmi herhangi bir şekilde meşru kılmasa da her şeye rağmen ABD ve müttefiklerine karşı düzenlenen saldırılarda yakıtın alev almasını sağlayan oksijen ihtiyacını karşılamaktadır.

Teröristlere kendi propagandalarının aksine, kullandıkları yöntemleri İslâm’ın kınadığını açıklamak etkili olmayacaktır. Çünkü onları motive eden kaynak İslam değildir. Müslüman alimler İslam adına terörizme karşı açıktan fikrî mücadeleye devam ederken, terörizmle mücadelede üç yönlü bir yaklaşıma ihtiyaç vardır: İslam dünyasında insanı yücelten siyasi reformları savunmak için sürekli bir çaba; teröristlerin kendilerine eleman devşirmesine elverişli bir ortam hazırlayan hatalı ve gayrimeşru ABD politikalarına meydan okuma; bunların yanı sıra, savunmasız insanları kendi belirledikleri çeşitli amaçlar adına adi suçlarda kullanılabilecek kıvama sokarak kendisini geliştiren kanunsuz suç örgütlerine karşı dâimî bir gayrimeşrulaştırma kampanyası.

Sonuç

Kur'an ve Sünnet, yalnızca saldırıya ve zulme karşı koyarak daha büyük bir kötülüğü önlemek için savaşı sürdürmeye izin verilebileceğini açıkça ortaya koymaktadır. İslam, saldırmazlık ilkesine bağlı kalmakta, daha büyük bir faydayı sağlamak veya daha büyük bir zararı önlemek için bu tür bir zarara gerek duyulmadıkça, hiçbir kişi veya hayvana zarar verilmemesi gerektiğini söylemektedir. Bu esasa bağlı olarak Kuran, gerek duyulduğu takdirde baskı altında olanlara yardım etmek için askeri müdahaleyi zorunlu kabul etmektedir. İstenmeyen tâlî hasar riskinin ahlaki açıdan kabul edilebilir olduğunu tespit eden titiz bir askeri hesaplama olmadığı müddetçe İslam, herhangi bir sivili veya fiilen savaşmayan kimseleri kasıtlı olarak hedef almayı ve öldürmeyi veya mülklerini yok etmeyi kesinlikle yasaklamaktadır. Savaş esirleri insanca muamele görmeli, daha geniş bir topluma entegre olmalı ve kendilerinden makul bir iş gücü bekleyerek özgürlüklerini yeniden kazanmalarını sağlayacak uygulanabilir seçenekler sunulmalıdır. Sebepsiz yere düşmanlık edenlere karşılık verebilecek gücünün olduğuna dair inandırıcı bir imaj ortaya koyarak düşmana karşı caydırıcı olmak, barışı korumanın bir yolu olarak teşvik edilmektedir. Buna karşılık terörizm hem temel İslami öğretilerin hem de modern meşrû savaş teorisinin ihlali anlamına gelen ve kınanması gereken bir eylemdir.

 

[1] İbn Mace, Sünen-i İbn Mace, Beyrut, Dar-u İhyâi’t- Turâsi’l- Arabî, 1975, 2/ 784, #2340.

[2] Suyuti, Celal ed-Dîn. El-Eşbah ve’n- Nezâir Fi Kavâid-i ve Furû-i’ Fıkh’ş- Şafiiyye, Beyrut, Dar’ul- Kütübi’l- İlmiyye, 1990, 1/ 7- 8.

[3]Ḥaydar, Ali, Duraru’l- Hukkâm Şerh-u Mecellâti’l- Ahkâm, Beyrut, Daru’l- Cîl, 1991, 1/ 40.

[4] Bakara, 2/ 217; Abdu’l- Halîm, M. A. The Qur’an: English Translation with Parallel Arabic Text, Oxford: Oxford University Yayınları, 2010, s.35.

[5] Al-Dhahabī. Siyar A’lām Al-Nubalā’. (al-Qāhirah: Dār al-Ḥadīth, 2006) 14:85.

[6]Bakara, 2/ 190; Abdu’l- Halîm, The Qur’an, s.30.

[7] Beydavi, Envâru’l- Tenzîl ve Esraru’t-Te’vîl, Beyrut, Daru-u İhyâi’t- Turâsi’l- Arabî, 1998, 1/ 270.

[8] İbn-i Teymiyye, Kitâbu’n- Nübüvvât, Riyad, Edvâu’s- Selef, 2000, 1/ 570.

[9] İbn-i Teymiyye, Mecmû’ul- Fetâvâ, Medine-i Münevvere, Mecmaʻul- Melik Fahd li-Tibaâti’l- Mushafi’ş- Şerîf, 1995, 28/ 354.

[10] Bakara, 2/ 190; Abdu’l- Halîm, The Qur’an, s.30.

[11] Muhammed Şafii, ve Muhammed T. Osmânî, Maʻarifu’l- Kur’an, Karaçi: Mektebetu Dari’l- Ulûm, 1996, 1/ 482.

[12]Walzer, Michael, Just and Unjust Wars: A Moral Argument with Historical Illustrations. New York, BasicBooks, 2006, s.38.

[13] Şafii ve Osmânî, Maʻarifu’l- Kur’an, 1/ 483.

[14] Mâlik ibn Enes, ve Ebu Mus’ab ez-Zühri, Muvatta’ İmam Mâlik. Beyrut, Müessesâtu’r- Risale, 1993, 1/ 357 #918.

[15] Buhari, Sahih-i Buhari, Beyrut, Dar-u Tavku’n- Necah, 2002, 4/ 61 #3014.

[16] Ebu Davud, Sünen-i Ebî Davud, Sayda, Lübnan, el- Mektebetü’l- Aşriyye, 1980, 3/ 53 #2669.

[17] Beyhaki, Es- Sünenu’l- Kübrâ, Beyrut, Daru’l- Kütübi’l- İlmiyye, 2003, 8/ 49 #15896.

[18] “Cairo Declaration on Human Rights in Islam,” Minnesota Üniversitesi, İnsan Hakları Kütüphanesi; hrlibrary.umn.edu/instree/cairodeclaration.html

[19] Maide, 5/ 32; Abdu’l- Halîm, The Qur’an, s.114.

[20] Ahmed bin Hanbel, Müsnedu’l- İmam Ahmed İbn Hanbel, Beyrut, Müessesetu’r- Risale, 6/ 274 #3728.

[21] Walzer, Just and Unjust Wars, s.138, 142.

[22] Bakara, 2/ 191; Abdu’l- Halîm, The Qur’an, s.30.

[23] Ramadan, Tariq, In the Footsteps of the Prophet: Lessons from the Life of Muhammad, Oxford: Oxford University Yayınları. 2010, s.178.

[24] Bakara, 2/ 192- 194; Abdu’l- Halîm, The Qur’an, s.30.

[25] Enfal, 8/ 61; Abdu’l- Halîm, The Qur’an, s.185.

[26] Tevbe, 9/ 6; Abdu’l- Halîm, The Qur’an, s.188.

[27] İnsan (Dehr), 76/ 8; Abdu’l- Halîm, The Qur’an, s.580.

[28] Taberî, Câmiu’l- Beyan An Te’vîli’l- Kur’ân, Beyrut, Müessesetu’r- Risale, 2000, 24/ 97.

[29] Walzer, Just and Unjust Wars, s.46.

[30] Nur 24/ 33; Abdu’l- Halîm, The Qur’an, s.355.

[31] Buhari, Sahih-i Buhari, 1/ 15 #30.

[32] Beled, 90/ 13; Abdu’l- Halîm, The Qur’an, s.595.

[33] Buhari, Sahih-i Buhari, 7/ 67 #5373.

[34] Müslim, Sahih-i Müslim, Beyrut, Dar-u İhyâi’l- Kütübi’l- Arabiyye, 1995, 3/ 1278 #1657.

[35] Bakınız: https://yaqeeninstitute.org/en/jonathan-brown/the-problem-of-slavery/

[36] Walzer, Just and Unjust Wars, s.153.

[37] Müslim, Sahih-i Müslim, 3/ 1364 #1745.

[38] Haşr, 59/ 5; Abdu’l- Halîm, The Qur’an, s.547.

[39] Şafii ve Osmânî, Maʻarifu’l- Kur’an, 8/ 339.

[40]Oxford İngilizce Sözlük online; en.oxforddictionaries.com/definition/terrorism.

[41] Enfal, 8/ 60; Abdu’l- Halîm, The Qur’an, 185.

[42] Zagare, Frank C., ve D. M. Kilgour, Perfect Deterrence. Cambridge, UK, Cambridge University Yayınları, 2000 s.296.

[43] Lewis, Bernard. The Crisis of Islam: Holy War and Unholy Terror, New York, Modern Library, 2003, s.39.

[44] Pape, Robert, Dying to Win: The Strategic Logic of Suicide Terrorism, New York, Random House Trade Paperbacks, 2006, s.4.

[45] a.y, s.3.

[46] Schwartz, Joseph M. “Misreading Islamist Terrorism: the “War against Terrorism” and Just-War Theory.” Metaphilosophy. 35.3, 2004, s.273- 302, 284.

Disclaimer: The views, opinions, findings, and conclusions expressed in these papers and articles are strictly those of the authors. Furthermore, Yaqeen does not endorse any of the personal views of the authors on any platform. Our team is diverse on all fronts, allowing for constant, enriching dialogue that helps us produce high-quality research.

Authors