Kur'an Ve Sünnette Allah'ın Varlığı Konusu
Rahman, Rahim Allah'ın adıyla
Allah'ın varlığı, müminler tarafından kabul edilmekte olan temel bir iman esasıdır. Müslümanların günlük dini hayatında defalarca tekrar ve tasdik edildiği içindir ki; bu esas, yani Allah'ın varlığına iman etmek, müslümanların nazarında mutlaka kabul edilmesi gereken, kabul edilmemesi düşünülemeyecek kadar fıtri bir durum olarak görülmektedir. Ancak, birçok insan için, özellikle de din olgusunun batıl bir düşünce addedildiği, metafizik değerleri kabul etmenin insanların uydurduğu boş kuruntu kabul edildiği veya tehlikeli bir fantezi olarak algılandığı sosyal çevrelerde Allah'a iman etmek ve varlığın nasıl meydana geldiğiyle ilgili gerçeği araştırmak, hiç de kolay bir ihtimal değildir.
İslam geleneğinde, Allah'ın varlığı düşüncesi rasyonel temelleri açısından oldukça sağlam olduğu gibi aynı zamanda işlevseldir de. Zira Allah'a iman etmek, yaşamamız için bize bir amaç verir, hayatımıza bir anlam katar, dünyayı bizim için daha yaşanılabilir kılar ve nasıl yaşayacağımıza dair bize rehberlik eder. Kur'an insana hitab ederken onun sadece aklını veya sadece kalbini muhatap almaz. Bilakis, insanın kalbine ve aklına aynı anda hitap ederek, ona imanı aşılar. İnsanın kalbinde sevk-i ilahinin sebep olduğu fıtri meyil (sezgi/ dürtü/ vicdan) ve dini emirlerle amel etme tecrübesi (amel), imanın sağlamlaşmasında akıl ve mantıkla birlikte çalışır.
Bu inanç anlayışı modern bilimsel kavramlarla da iyice pekiştirilmiştir. Örneğin, bilişsel bilim adamı Justin Barrett, Allah'a imanın – ya da genel anlamda tüm inançların- iki şekilde oluşturulduğunu ve elde edildiğini açıklamaktadır: 1) Tecrübe ve amelden kaynaklanan, bilinçsiz sezgisel inançlar ve 2) Tefekkürden kaynaklanan, bilinçli ve şuurlu inançlar. İnsanoğlu, inançlarını oluşturur ve şekillendirirken fıtri bir şekilde bu iki kaynaktan beslenmektedir. Aynı şekilde, Allah'ın varlığı konusu ile ilgili olarak, Kuran ve sünnette yer alan bilgiler her iki inanç kaynağına da hitap etmektedir: Sezgiyi esas alan kalbi ve vicdani kaynaklar ile tefekkür ve şuura dayalı akli ve mantıki kaynaklar.
Kalbe, Fıtrata ve Tecrübeye Müracaat
Vicdani Meyil: Fıtrat Ve Sevk-i İlahi
İnsanlar, kendilerine rehberlik eden bir peygamberin getirdiği vahiy olsa da olmasa da Allah'ın -veya aşkın bir güç olarak algıladıkları bir şeyin- varlığını, vicdanen hissetmektedirler. Bu mukaddes hissin tezahürleri, farklı zaman ve zeminlerde neş'et eden, tarihi, coğrafyası ve dili birbirinden farklı, dünyadaki bütün kültürlerde ve dinlerde tecelli etmiştir. İslam inancına göre bunun sebebi, Allah'ın, henüz dünya yaratılmamışken, insanlardan, kendilerini yaratan Allah'a, yani kendisine iman edeceklerine dair bir söz almış olmasıdır. Bunu ifade sadedinde Mevla-yı Müteal şöyle buyurur:
Düşün ki Rabbin, Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları bizzat kendilerine, kendi nefislerine karşı şâhit tutup, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sormuştu. “Elbette” dediler, “şâhidiz!” Böyle yaptık ki, Kıyamet Günü, “Doğrusu biz Sen’in bizim Rabbimiz olduğundan habersizdik!” demeyesiniz.
Tabiin döneminin önemli tefsir ve hadis alimlerinden Es-Süddi (ö. 127 H. / 745 M.) bu ayeti şu şekilde tefsir etmiştir: ''Bu yüzden, yeryüzünde Rabbi'nin Allah olduğunu bilmeyen hiç kimse olmadığı gibi; putlara tapan hiçbir müşrik de 'Ben atalarımı başka bir din üzere bulmuştum' diyemeyecektir.'' Verilen bu söz, insanın içinde hissedeceği müteal gücü aramak için doğuştan gelen fıtri meyile ve sevk-i ilahiye sebep olmuştur. İnsanlar, bilinen tarih boyunca öyle ya da böyle bir şekilde, günümüzde bazı bilim adamlarının, Allah'a ya da herhangi bir aşkın varlığa iman etmemizin, genlerimize bağlı olduğunu iddia ettikleri noktaya gelmişlerdir.
Bütün gerçek semavi dinler, Yaratıcı'nın içimize nakşettiği insan fıtratını tasdik eder ve bu fıtrata uyum sağlar. Kur'an, insanların içine yerleştirilen dine meyilli yapısını fıtratullah -Allah'ın insanları yarattığı fıtri eğilim- olarak nitelendirmektedir. Herşeyi hikmetle yaratan Fatır-ı Hakim şöyle buyurur:
Ama sen, her türlü şirk ve nifaktan uzak dupduru bir tevhid inancı içinde bütün varlığınla hak din olan İslâm üzerinde sabit ol. Bu Din, Allah’ın (bütün varlık ve) bütün insanlar için ortaya koyduğu aslî bir model, ona yönelme de, Allah’ın insanları yaratmaktaki gayesidir.Allah’ın yaratmasında bir değişiklik olmaz ve yapılmaz. Gerçek ve kusursuz din budur. Ne var ki, insanların çoğu bunu bilmemektedirler.
Evet, bütün insanlar Allah'a iman etmek için yaratılmışlardır ve peygamberlere inen vahiylerin fonksiyonu da, zaten içimizde var olan bu fıtri eğilimi uyandırmak ve desteklemekten ibarettir. Allah'tan başka şeyleri, O'na ortak koşan müşrikler bile, genellikle hepsinden çok daha güçlü ve çok daha büyük bir ilahın var olduğuna inanmaktaydılar.
Herşeyi yaratan Rabb'imiz bir ayette şöyle buyurur:
Eğer onlara “Gökleri ve yeri kim yaratmıştır?” diye sorsan, hiç şüphen olmasın ki “Allah!” demekten başka cevap bulamayacaklardır.“Hamd olsun Allah’a (ki, müşrikler bile Yaratıcı olarak O’nu inkâr edememekte, böylece şirklerinin temelini yıkmış olmaktadırlar)” de. Fakat onların çoğu, (bu itiraflarının ne manâya geldiğini ve neyi gerektirdiğini) bilmemektedirler.
Allah (azze ve celle) başka bir ayette de şöyle buyurur:
Şurası bir gerçek ki, eğer o müşriklere kendilerini kimin yarattığını sorsan, hiç kuşkusuz“Allah” diyeceklerdir. O halde nasıl oluyor da, haktan saptırılıyor (ve Allah’a ortaklar tanıma gibi) bâtıl davalar peşinde koşturuluyorlar?
Bütün insanlar, kendilerinden daha yüksek bir gücü fıtri olarak vicdanlarında hissettiklerinden dolayı, tehlike anında sevk-i ilahi ile Allah'a yöneleceklerdir. Her insan, hayatının herhangi bir dönüm noktasında, duaya yönelmek için fıtri bir tepkiye neden olan ciddi bir tecrübe yaşamış veya yaşayacaktır. Yakınlarından birini kaybetmeleri sebebiyle dini hayata bağlılığı aniden artan birçok insan bulunmaktadır.
Allah Azimuşşan bir başka ayette de şöyle buyurur:
(Allah’a ortaklar da tanısalar,) bir gemide yolculuk yaparken (boğulma tehlikesi ortaya çıkıverse o zaman) bütün kalbleriyle Allah’a yönelir ve (hatırlarına başka hiçbir ilâh getirmeden) sadece O’na yalvarırlar. Ama ne zaman ki Allah onları kurtarıp karaya çıkarır, hemen o andan itibaren yine O’na şirk koşmaya koyulurlar.
De ki: “Kim kurtarır sizi karanın ve denizin karanlıklarına, tehlikelerine maruz kaldığınızda? –ki böyle anlarda büyük bir samimiyetle boyun bükerek O’na (bazen) sesli sesli yalvarıp yakarır, bazen içten içe dua eder ve ‘Eğer (Allah) bizi bu durumdan kurtarırsa, artık kesinlikle şükredenlerden, (iman ve salih amelle O’na yönelenlerden) olacağız!’ dersiniz.” – De ki: “Sizi o durumdan ve her türlü sıkıntıdan, belâdan ancak Allah kurtarır; ama sonra (şükredeceğinize), işte yine şirk koşuyorsunuz.”
İnsanlara bir zarar, bir sıkıntı dokunmaya görsün, hemen tam bir yönelişle Rabbilerine yalvarmaya dururlar. Ardından Allah onlara nezdinden bir rahmet tattırınca, bu defa içlerinden bir grup hemen Rabbilerine şirk koşmaya girişir. Böylece kendilerine verdiğimiz onca nimetlere nankörlük ederler. Salın bakalım kendinizi dünya hayatının geçici zevklerine. Bir gün gelecek ve yaptıklarınızın ne demek olduğunu elbette bileceksiniz.
İnsan (öyledir ki), başı derde girince gönülden O’na yönelerek Rabbisine yalvarır; ama biraz sonra Allah ona Kendi katından bir nimet ve imkân verince, bu defa daha önce O’na yalvardığını unutur ve Allah için denkler, ortaklar uydurmaya başlar, böylece O’nun yolundan hem kendi sapar, hem de başkalarını saptırır. (Böylesine) de ki: “Küfür ve nankörlüğün içinde hayattan biraz daha kâm al bakalım. Nasıl olsa, Ateş’in yoldaşlarındansın.”
Gazâlî (ö. 1111 M), otobiyografisinde, kendisinin de tecrübe ettiği fıtri dini eğilimi, insanların "eşyanın hakikati hakkında bilgi edinme arayışı" yönünde bir sevk-i ilahi olarak tanımlamaktadır. Hakikate yönelik bu manevi özlemi, giderilmesi gereken bir "susuzluk" (taattuş)olarak tanımlamaktadır. Bu susuzluğun sebebi kalpteki boşluk ve eksikliktir, hayatın anlamı ve amacı keşfedilmeden giderilemeyecek olan tedirginlik ve huzursuzluktur. Akıl, Allah'a iman etmeyi sağlayan önemli bir araç olsa da, yine de manevi yolculukta sadece tek bir adımdır: ''Akılla idrak edilebilecek buudun ötesinde, insanın, gayb alemini ve gelecekte olacak şeyleri anlamasına imkan verebilecek başka bir bakış açısı kazandıran farklı bir buud daha bulunmaktadır.''
Allah'a iman öncelikli olarak kalbe yerleşir, daha sonra da akılla mantıki bir zemine oturtularak sağlamlaştırılır. Ancak, sadece akılla elde edilmesi mümkün olmadığı gibi, sağlam bir zemine de oturtulamaz. İbadetler ve diğer dini vecibeleri yaşamak suretiyle din amele dönüşmeli, bu amellerle ve ilimle marifet ufkuna ulaşarak kainatın abes yaratılmadığı, bilakis bir amacı olduğu anlaşılmalı ve dünyaya gönderilmenin hikmeti kavranmalı, bu marifet ufkundan bir adım daha öteye geçilip manevi meyvelerden istifade suretiyle zevk-i ruhani yaşanmalı ve kalbin zümrüt tepelerine taht kurulmalıdır.
Bu yüzden selef- i salihin efendilerimiz ve mutekaddimun uleması, malumat depolamayı ve bunları delillendirmeyi değil, bu ilmin sonucunda Allah'ın kalpte yarattığı ışığı marifetullah olarak kabul etmişlerdir. İmam Malik (ö. 795 M) bu konu hakkında şöyle der: ''İlim, çok rivayet etmek ve çok şey bilmek değildir. İlim, Allah'ın, kalplere yerleştirdiği bir nurdur.'' İbn-i Recep (ö. 1393 M) şöyle der: "İlim birçok rivayeti veya sözü ezberlemek değildir. Bilakis, kulun kalbine Allah'ın yerleştirdiği bir nurdur. Kul, bu nur ile hakikati kavrar ve onu yalandan ayırır.''
Huzur Ve İtminanı Yaşamak
Marifetullah "nuru"; hidayet, manevi istikamet ve müminlerin İslam'ı uygulayarak ulaştığı huzur duygusunda bulunur. Bu nur, içimizdeki manevi boşluğu doldurabilir.
Öyleyse, Allah'ın varlığı ve rububiyeti için en büyük delil; müminlerin huzuru iliklerine kadar hissetmesi, tam bir sükunete ermesi, ahlâki eğitimi karakterine mal etmesi ve dünyaya gönderiliş gayesini idrak etmesiyle, yani hak dinin manevi meyvelerini bularak elde ettiği, kalpdeki dahili tecrübelerle ve zevk-i ruhani ile keşfedilir.
Göklerin ve yerin Nur'u Allahu Teala bir ayette şöyle buyurur:
Ey Kitap Ehli! Hiç şüphesiz size, (en üstün niteliklerle donatılmış ve bu nitelikleriyle birlikte geleceğini de çok iyi bildiğiniz) Rasûlümüz (Muhammed) gelmiş bulunuyor: Kitap’tan (Tevrat ve İncil’den) gizleyegeldiğiniz pek çok şeyi size açıklıyor ve pek çoğunu da yüzünüze vurmayarak, öylece bırakıyor. Evet, hiç şüphesiz size Allah’tan, (parlaklığı göz kamaştırıcı ve zihninizi, kalbinizi ve yolunuzu aydınlatan) bir Nur ve kendisi apaçık olduğu gibi, her gerçeği de açıklayan bir Kitap (Kur’ân) gelmiş bulunuyor. Allah, o Nur ve Kitap vasıtasıyla, rızasını talep eden ve rızası istikametinde davrananları huzur, kurtuluş ve emniyet yollarına iletir; onları, sadece Kendi izni ve lütfuyla karanlıklardan nûra çıkarır ve onları (düşünce, söz ve davranışlarında) doğru bir yola hidayet eder.
Rahmeti bol Rabb'imiz bir ayette de şunu ifade eder:
Ey iman edenler! Allah’a gönülden saygı duyun ve O’na karşı gelmekten sakının, ayrıca O’nun Rasûlü’ne de gerektiği gibi inanın ki, Allah size (biri önceki peygamberlere, biri de Allah Rasûlü’ne inanmanızın karşılığı olarak) rahmet hazinesinden iki hisse versin, ayrıca sizin için aydınlığında yol alacağınız bir nur var etsin ve sizi bağışlasın. Allah, günahları pek çok bağışlayandır, (bilhassa mü’min kullarına karşı) hususî rahmet ve merhameti pek bol olandır.
Rabb'imiz bir başka ayette ise şöyle buyurur:
O (çok kıymetli) insanlardır ki, iman etmişlerdir; kalbleri de daima Allah’ı hatırlayıp anmakla doygunluk ve huzur bulur. Evet, bilin ki kalbler, ancak Allah’ı hatırlayıp anmakla doygunluğa ve huzura erer.
Kur'an, iman edenlere "iyi bir hayat" yaşayacaklarını ve ahiret yurdunda çok daha büyük bir hayata kavuşacaklarını vaat etmektedir. Müminlerin dünya hayatında tecrübe ettikleri huzur, ahirete elde edecekleri huzurun çok küçük bir numunesidir. Her gün yaptığımız dualarımızda bu gerçeği tekrar tekrar düşünmek, sakin ve huzurlu bir ruh halini elde etmemize oldukça çok katkıda bulunacaktır.
Mevla-yı Müteal bu durumu şöyle ifade buyurur:
Erkek olsun kadın olsun, her kim Allah’ın razı olacağı sağlam, yerinde, doğru ve ıslaha dönük işler yaparsa, hiç kuşkusuz ona temiz ve güzel bir hayat yaşatırız. Böyle davrananları yine hiç kuşkusuz, yaptıkları en güzel işleri esas alarak mükâfatlandırırız.
Allahu Teala bir başka ayette de şu gerçeği ifade eder:
Ey gönül huzuruna ermiş ruh! Sen Rabbinden razı, O senden razı olarak dön Rabbine! Sen de katıl has kullarımın içine, gir cennetime!
Dikkat edilirse bu vaad, müminlerin asla sıkıntı yaşamayacağı anlamına gelmemektedir. Aslında tam tersine, Allah kendisine iman eden kullarını imtihan edip onların sabır ve azimlerini mutlaka test edeceğini kendisi ifade etmektedir. Allah'ın, mü'min kullarına verdiği söz maddi rahatlık ve güzel imkanlarla donatılmak değil; ibadet, ubudet ve ubudiyetle süslenip, ahlakla yücelip, marifet ufkuna yükselerek rıza makamına erenlerin hissedeceği zevk-i ruhani, huzur ve itminan halidir.
Bunu ifade sadedinde Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
Rabbin sana ihsanda bulundukça bulunacak ve sen O’nun her ihsanında hoşnut olacak, (sana mahsus) rıza mertebesine ereceksin.
Rasulullah (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz'den de şu hadis rivayet edilmiştir:
Müslüman olup, kendisine yetecek kadar rızık verilen ve Allah'ın verdiğine kanaat eden kimse saadete ermiştir.
Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) manevî mutluluğu ve zevk-i ruhaniyi; ''imanın tatlılığı'' olarak nitelendirmiş, imtihana tabi tutulan ve sınanan hakiki imanın bir meyvesi olarak tanımlamıştır. Mü'minin, kendisini imanda derinleştirip sabit – kadem haline getiren, kaderinde yazılı zorlukları vakarla kabullenmesi de bu imtihanlara dahildir.
Bunu ifade etme sadedinde Rasulullah (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz şöyle buyurur:
Kim Rabb olarak Allah'tan, din olarak İslam'dan, Rasûl olarak da Muhammed'den razı olursa imanın tadını almıştır.
İslami kaynaklarda anlatılan rıza, anlık aşırı coşku ile aşırı keder arasındaki zikzaklardan mü'minleri koruyan bir istikrar halidir. Rıza ufkuna yükselen mü'minler, cemali ve celali tecellileri bir vahidin iki yüzü gibi değerlendirdikleri için, başlarına müspet veya menfi ne gelirse gelsin sukunet ve huzurlarını çok kolay muhafaza edebilirler. Bunun gerçekleşmesi için kişinin, dünyevi imkanları terkedip istikbal kaygısı ve rızık endişesinden kurtulması gerekmektedir ki; buna zühd denmiştir. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) bu rıza makamını, asıl zenginlik olarak nitelendirmiş ve şöyle buyurmuştur:
Zenginlik, mal çokluğu değildir. Asıl zenginlik gönül zenginliğidir.
Diğer bir hadis-i şerifte de şu ifadeler yer almaktadır:
Zenginlik de fakirlik de kalptedir. Gönlü zengin olana dünyada karşılaştığı zorluklar zarar vermez. Kalbinde (manevi bir) fakirlik bulunan kişiyi ise dünyadan nasiplendiği yığın yığın mal abad etmez. Bilakis bunlara bağlanıp cimrilik etmesi nefsine zarar verir.
Dolayısıyla, temel dünyevi ihtiyaçlarını gideren ve bu rıza makamına ulaşanlar, gerçekten dünyanın en zengin, en müstağni insanlarıdır.
Ne güzel buyuruyor Allah Rasulü (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz:
Sizden kim can güvenliğinden emin, bedeni sıhhatli ve günlük yiyeceği de mevcut ise sanki dünyalar onun olmuştur.
İnsanlar servetlerini harcayıp, mülklerini kullanıp dünyevi statülerinden istifade ettiklerinde, bu imkanlardan ne kadar çok istifade ederlerse etsinler, hiçbir şekilde tatmin olamaz ve mutsuzluğa neden olan bir boşluğa düşerler. Bunu çok iyi kavrayan ilk müslümanlar; "Dünyadaki krallar ve prensler sahip olduğumuz nimeti ve mutluluğumuzu bilselerdi, bunları bizden almak için kılıçlarıyla savaşırlardı" derlerdi. Hakiki mutluluk ve daimi saadet, kralların ve güçlü liderlerin hayal edebileceği gibi "dışarıdan" elde edilebilecek bir şey meta değildir. Materyalist dünya bizleri ilelebed mutlu kılamaz ve tatmin edemez. Öyleyse bize düşen vazife, Yaratıcı'yla olan ilişkilerimizi, O'nun iradesi istikametinde düzelterek kalplerimizdeki mutluluk vesilelerini keşfetmektir. İşte bu, İslam'ın, bütün müntesiplerine meccanen verdiği bir hediyedir. Bu rıza ve itminan makamına ulaşan mü'minler, hayatın akışı içinde karşılaşılan inişli – çıkışlı şartlara karşı daha fazla dayanma imkanlarıyla donatılmış olurlar. İnançlarında samimi olmayan münafıklar ise, tam aksine, bu rıza ve itminan dugusuna sahip olmadıkları için sıkıntıdan kurtulamazlar.
Rasulullah (aleyhissalatu vesselam) Efendimiz şöyle buyurur:
“Mü'min, mütemadiyen rüzgarın sallamasına maruz kalan bir başağa benzer. Mü'min, devamlı belalarla baş başadır. Münafığın misali de çam ağacı gibidir. Kesilip kaldırılıncaya kadar hiç ırgalanmaz.
Müminler, bu manevi meyvelerden istifade ederek, müspet ve manidar her yeni tecrübe ile imanlarını takviye ederler. Marifetullahta derinleşme adına, akli ve felsefi delillerden daha ziyade, zevk-i ruhani ile yaşanan bu tür deneyimler daha etkilidir.
İmam Gazali bunu şöyle açıklar:
Bu yüzden, peygamberliğin manasını anladığınızda ve Kur’ân ve hadisleri iyice incelediğinizde Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem)'in peygamber olduğunu ve peygamberlik derecelerinin en üstünde bulunduğunu kavrarsınız. O'nun ibadetle ilgili öğretilerini ve bu öğretilerin kalbi temizlemedeki etkilerini yaşadığınızda... bin kere, iki bin kere, binlerce kez yaşadığınızda içinizde imana dair hiçbir kuşku kalmayacak derecede yakin elde etmiş olursunuz.
Bilişsel bilim adamları tarafından da ispatlandığı gibi, dini tecrübeler inancın güçlendirilmesi için en etkili yöntemdir. Bunun sebebi, dini tecrübeleri yaşarken hissedilen ve unutulamayan metafizik gerilim ve zevk-i ruhanidir. Manevi uygulamaların faydalarını günlük yaşamında her geçen gün daha da fazla gören bir mümin, terk etmeyi hiç düşünmeyecek derecede bir yakin, itminan ve huzur elde edecektir.
Unutulan Fıtri Meyil: Sevk-i İlahi
Herkes doğru ve güvenilir bir dini tecrübeye sahip değildir. Birçok insan, uygun bir ortamda ve doğru bir şekilde dini anlama imkanından yoksundur. İnsan fıtratı, dalalet içeren öğretiler ve tefessüh etmemiş vicdanla çelişen felsefi anlayışlar, hatta teizmi temel alan düşünceler tarafından değiştirilmeye karşı bağışık değildir.
Fahr-i Kainat Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurur:
Her doğan, fıtrat üzerine doğar. Sonra anne babası onu Hristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar. Aynı, her hayvanın yavrusunun azaları tam olarak doğması gibi. Hiç o yavrunun burnunda, kulağında eksik, kesik bir şey görülür mü? [31]
Bu rivayette, Mukteda-yı Küll (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz, bütün insanların benzersiz, güçlü ve yardımsever bir Yaratıcı'ya ihlas ve samimiyetle ibadet etmek için dünyaya geldiğini bize haber vermektedir. Bununla birlikte, çeşitli nedenlerle insanlar, Allah'a insani özellikler isnad etmek veya yaratılmış varlıklara ilahi sıfatlar atfetmek (örneğin, azizleri ve alimleri ilahlaştırmak) veya Yaratıcı'yı tümüyle inkar etmek gibi dini öğretileri icat eder.
Bir insanın Allah'a iman etmeyi emreden fıtratı ve vicdanı bozulur, yaşanan olumsuz hadiseler veya başkalarının kafirce düşüncelerinden etkilenirse, o kişinin kendi fıtri durumuna dönebilmesi için akli ve mantıki gerekçeler ve deliller gerekebilir.
İbn-i Teymiye (ö.1328 M) şöyle der:
Allah'ın varlığına iman etmek ve O'nu tanımak, insan fıtratına dercedilmiş temel bir içsevk, fıtri bir meyil, bir sevk-i ilahidir. Bu yüzden, bazı insanlar fıtratlarını bozmak için bir şeyler yapsalar da, Allah hakkında bilgi edinmek için konuşmaya ihtiyaç duymaktadırlar. Bu, hem insanların çoğunluğunun hem de ilim sahibi yetenekli entelektüellerin görüşüdür. Allah'ı tanımak bazen zahmetsizce ve bazen de geçmişte pek çok kelamcının yaptığı gibi delillerle elde edilir.
Fıtri meyillerimiz, vicdanımız ve tecrübeleremizle elde ettiğimiz hissi imanımız; tefekkür, tezekkür ve mantıklı düşünme yoluyla elde ettiğimiz imanımızı sabitleştirmeye ve temellendirmeye hizmet etmektedir. Aklımızı ve mantığımızı kullanarak Kur'an'ı okumamız ve üzerinde tefekkür etmemiz, vicdanımızda hissettiğimiz kalbi tecrübelerimizin üzerine bina edilir.
Akla, Sağduyuya ve Mantığa Müracaat
Kozmolojik Söylem
Birçok insanın eninde sonunda kendisine soracağı soru varoluşun özü ile ilgilidir: Ben niçin varım? Dünya ve kainat neden var? Var olan şeyler neden var ve olmayan şeyler neden yok?
Kuran, bu soruyu kozmolojik bir söylemle, her şeyi yaratan ve meydana getiren bir ilahın varlığını hatırlatarak açıklar. İnsandan, kendisinin ve kainatın var olmalarındaki gayeyi düşünmesi istenir? Kainatın herhangi bir gaye olmaksızın tesadüfen var olması gerçekten akla, mantığa ve vicdana uygun bir düşünce olarak kabul edilebilir mi?
Halik-ı Hakim Allah (azze ve celle) şöyle buyurmaktadır:
Onlar azıcık olsun kendi başlarına kalıp düşünmediler mi ki: Allah gökleri, yeri ve ikisinin arasında olan bütün varlıkları gerçek bir gaye ile, belirli bir vâdeye kadar yaratmıştır. Ama insanların birçoğu, Rab’lerinin huzuruna çıkacaklarını inkâr ediyorlar.
Bizim sezgilerimiz ve tecrübelerimiz, sonuçların sebeplere ihtiyacı olduğunu öğretmektedir: Birşey meydana gelecekse, başka şeylerin buna sebep olması gerekir. Evren, sebepler ve sonuçlar mecmuası olduğu içindir ki; bu evreni başlatan ve harekete geçiren, orijinal bir ilk sebebin olması gerektiği sonucuna varmak gayet mantıklıdır.
Herşeyi hikmetle yaratan Halık-ı Hakîm şöyle buyurmaktadır:
Yoksa onlar, kendilerinden önce hiçbir şey yoktu da, kendilerinden başka kimsenin yaratılmadığı bir şeyden (ve gayesiz, başıboş, hikmetsiz ve yaratıcısız) olarak yaratıldılar (ve dolayısıyla kimsenin bilmediği şeyleri mi biliyorlar), veyahut bizzat kendileri yaratıcı olup, (istediklerini yapıp söylemede kendilerini özgür mü hissediyorlar)? Veya gökleri ve yeri yarattılar (da, varlıklar üzerinde mutlak hakimiyet iddiasında mı bulunuyorlar)? Hayır hayır, onların (yaratılış, insanlık ve bunlarla ilgili temel gerçekler hakkında) hiçbir kesin bilgileri yoktur.
Bu ayet, kainatın ve insanın var oluşu ile ilgili üç ihtimalden bahseder: 1) Kainat, herhangi bir yaratıcının etkisi haricinde kendi kendine var oldu. 2) İnsanlar, kendi kendilerini yarattılar. Ve ima yoluyla ifade edilen bir diğer ihtimal, 3) Kainat, bir Yaratıcı tarafından yaratıldı.
İlk iki teori imkansızdır. Evrenin enerjisine ve yönetimine etki edecek herhangi bir sebep, amaç ya da kuvvet olmaksızın, onun yoktan var olması gibi bir ihtimal mümkün olamaz. Gündelik hayatımızdan elde ettiğimiz bütün tecrübeler, bize hayatta tanık olduğumuz her şeyin, gördüğümüz her etkinin bir şekilde açıklanabilmesi gerektiğini öğretmektedir. İnsanların kendilerini yarattığını iddia eden ikinci teoriyi konuşmaya bile gerek yok. Direk çöpe atılmalıdır. Bu nedenle, makul olan tek sonuç, evrenin yaratılmış olması teorisidir: Evren, evrenden daha büyük ve daha güçlü bir varlık tarafından yaratılmıştır.
İbn Hacer (ö. 1449 M), ulemadan el-Hattabi'nin sözlerini alıntılayarak bu ayetlerin anlamını şöyle açıklamıştır:
Ayetin şu anlama geldiği söylenir: Onlar bir yaratıcı olmadan mı yaratılmışlardı? Bu imkansız, çünkü bir yaratıcıya sahip olmaları gerekir. Eğer Yaratıcı'yı inkar ederlerse, o halde kendi kendilerini yaratmış olmaları gerekir. Bu teori daha saçma ve daha yanlıştır. Zira, varlık aleminde olmayan bir şey, başka şeyleri nasıl yaratabilir ki? Bu iki görüşü (bir yaratıcı olmaksızın veya kendi kendilerini yaratmış olmaları) reddetmeleri halinde, onların aslında yaratılmış oldukları kendilerine ispatlanmış olur.
Alimler bu ve benzeri diğer ayetlerden, bazen kevni delil diye isimlendirilen mantıksal bir düşünce dizisi türetirler. Bu delil, varlığın meydana gelebilmesi için en makul açıklamanın Allah'ın varlığını kabul etmek olduğunu ispatlar. Evet, ilk sebep veya sebepsiz sebep olarak Allah'ın varlığını kabul etmek tek çözümdür. İsmail Latif Hacınebioğlu, kevni delilin mantığını aşağıdaki aşamalarla özetlemiştir:
1. Evrende başlangıcı olan her şeyin mutlaka bir nedeni de olmalıdır.
2. Evrenin başlangıcı vardır.
3. Dolayısıyla evrenin varlığının başlangıcı bir şeyden kaynaklanmış olmalıdır.
4. Böyle bir durumdaki tek sebep, sebepsiz bir sebep veya Allah olmalıdır.
Bu önerme dizisi hem makul ve mantıklıdır hem de insanın hisleriyle, vicdanıyla ve pratikleriyle tasdik edebileceği bir düşünce tarzıdır. Öncelikle, herhangi bir şeyin neden var olduğu sorusuna yeterli cevap verir. Cübeyr Bin Mut'im (ra) (ö. 677 M) şu hadisi rivayet etmiştir: ''Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) akşam namazını kılarken, O'nun bu ayetleri okuduğunu duydum. Kalbim yerinden çıkacak gibiydi.'' Bu ayetteki delil, Hz. Cübeyr'in İslam'ı kabul etmesine sebep olmuştur.
Bu delilin farklı bir versiyonu, büyük fııhçı ve kelamcı İmam Azam Ebu Hanife (ö. 767) tarafından Allah'ın varlığına şüpheyle yaklaşan filozoflarla yaptığı tartışmada kullanılmıştır:
Rivayete göre bazı bazı inkarcı filozoflar İmam Azam Ebu Hanife'ye gelmiş ve onunla bir Yaratıcı'nın olup olmadığı konusunda münazara yapmak istemişlerdi. Ebu Hanife Onlara şöyle dedi: Bu konuya girmeden önce size bir şey soracağım: Bana söyler misiniz? Bir gemi şu Dicle nehrinde kendi başına hareket edip bir yerlere gidebilir mi? İçindeki yiyecekler, ticari mallar ve başka malzemeler kendi başına gemiye yüklenebilir mi? Bu gemi kendi başına geri dönüp, kendi başına limana yanaşıp, içindekileri kendi başına boşaltabilir mi? İnkarcı filozoflar
''Böyle birşeyin olması mümkün değil'' diye cevap verdiler. Onların bu cevabı üzerine Ebu Hanife tartışmayı şu sözlerle bitirdi: ''Bir gemi için bile imkansız olan bu durum bütün dünya için nasıl mümkün olabilir?''
İbn-i Kayyım (ö. 1350 M) buna benzer bir örnek olarak kendi kendine dönen, mahsüllerini üreten, depolayan ve kimsenin rehberliğine ihtiyaç duymadan kendi başına bu mahsullerin dağıtımını yapan bir su değirmeni örneğini kullanır:
Bir değirmen düşün. Bir nehir üzerinde kurulmuş ve mükemmel bir şekilde dönen değirmen.Cihazları mükemmel bir şekilde dizayn edilmiş, parçaları birbiriyle uyumlu ebatlarda, dışarıdan bakan birinin, parçalarında ve şeklinde hiçbir hata göremeyeceği mükemmel bir değirmen. İçinde her türlü meyve ve sebzenin yetiştiği büyük bir bahçenin başında bulunan ve bu meyvelerin sulama ihtiyacını karşılayan bir değirmen. Bahçenin çalı çırpısı toplanmış, verimliliğini arttırmak için devamlı bakımı yapılmakta. Tarladan elde edilen ürünler mükemmel ve kusursuz. Tarlanın ihtiyacı olan her hizmet kendisine sunulmuş. Hiçbir şeyi bozulmaya bırakılmamış, hiçbir ürünü çürümeye terkedilmemiş. Ürünlerden elde edilen gelir her ihtiyaç gözetilerek paylaştırılmakta, bu ihtiyaçların giderilmesi için adil bir şekilde dağıtılmakta ve bu dağıtım hep bu şekilde devam edip sürmekte. Bütün bunları tasarlayan ve bu sistemi kuran biri, bir yönetici veya bir çiftçi olması gerekmez mi? Yoksa; düzenleyen, muhafaza eden ve idare eden biri olmadan bu su değirmeni ve bahçenin işlemesini mümkün mü görüyorsun? Mantıklı bir şekilde düşününce aklın sana ne söylüyor? Bu sistemi, mantıklı bir şekilde nasıl izah edebilirsin?
Sağduyumuz bize, geminin veya su değirmeninin kendileri tarafından değil, harici bir etken tarafından yaratıldığını söyler. Modern bilimin ispatlanmış verileri de bu düşünceyi onaylamaktadır. Büyük fizik alimi İsaac Newton'ın ilk hareket kanunu şunu ifade eder: ''Bir cisim üzerine dengelenmemiş bir dış kuvvet etki etmedikçe, cisim hareket durumunu (durağanlık veya sabit hızlı hareket) korur.'' Başka bir deyişle, evrendeki cisimler harici bir kuvvet uygulanmadığı sürece hareket etmez veya hareketlerini değiştirmez. Bu kural, evrendeki her şey için geçerlidir ve aynı zamanda bir bütün olarak evrenin kendisi için de geçerlidir.
Yaratıcı'nın varlığını inkar edenler, evrenin kesinlikle bir başlangıcının olduğu a priori (deneysiz önkabül) öncülüne itiraz etmeye çalışırlar. Onların gerekçesi şudur: Evren, sonsuza kadar süren sebepler zincirine ya da harekete geçmesini sağlayacak bir ilk sebebe gerek kalmadan var olmuştur. Bu çok saçma ve mantıksız bir yaklaşım, zira hayatımızda yaşadığımız her şeyin bir başlangıcı olmak zorundadır. Üstelik, şu an modern fizik ve kozmoloji de kozmolojik delil öncülünü gerçek olarak kabul etmektedir. "Büyük patlama" (Big Bang) teorisi, evrenin 12 ila 14 milyar yıl önce herhangi bir yerdeki tek bir zerreden başladığını varsaymaktadır. Allah'ı kabul etmeyenlerin öne sürdükleri gerekçe hatırına, bilimsel ya da sezgisel kanıt eksikliğine rağmen sebeplerin ezeliliği fikrini kabul etsek bile; bu kabul, onu üretmek ve sürdürmek için zaman ve mekandan münezzeh bir ilk sebebe olan ihtiyacı azaltmaz. Polymath ve filozof G.W. Leibniz (ö.1716), sonsuz bir silsilenin, var olabilmek için bir yeter sebebe sahip olması gerektiğini ileri sürmektedir:
Geometri kuralları ile ilgili bir kitabın her zaman var olduğunu düşünelim. Her bir nüshası, daima bir başka nüshadan elde edilmiş olmalıdır. Açıktır ki, kitabın şu anki mevcut nüshasını, kendisinin kopyalandığı bir önceki kitapla açıklayabilsek de, bu açıklama bize herşeyi tam manasıyla asla açıklayamaz. Çünkü, ne kadar geriye gidersek gidelim farketmez, bizler böyle kitapların niçin var olduğunu, bu kitapların niçin yazıldığını ve niçin bir başka türlü değil de yazılmış oldukları halihazırdaki mevcut şekilleriyle yazıldıklarını merak etmekten asla vazgeçemeyeceğiz. Bu kitaplar için geçerli olan kural, dünyanın farklı durumları için de geçerlidir; takip eden durum, bir bakıma, önceki durumdaki bazı kanunlara uygun olarak kopyalanır. Bu yüzden, geçmişte ne kadar geriye gidersek gidelim, dünyanın neden var olduğunu ve neden bu şekilde var olduğunu açıklayabilecek mantıklı bir izah bulma imkanından mahrumuz. Bundan da anlaşılacağı gibi, dünyayı ezeli kabul etsek dahi, eşyanın var olabilmesi için en nihai, metafizik ve olağanüstü sebepe, yani Müsebbibu'l- Esbab olan Allah'a olan ihtiyacımız yok olmaz.
Aynı şekilde, fizikçi Don Page, bir tuval üzerine bir daire çizen bir sanatçı örneğini verir. Dairenin bir başlangıcı ya da sonu yok, ancak yine de onu çizmek için harici bir sanatçının olması gerekmektedir. Ezeli olup olmamasına bakılmaksızın, kainatın var olması için esbab zincirini harekete geçiren bir Yaratıcı'nın var olması gerekmektedir. Bununla birlikte, tek başına kozmolojik delil var olmanın doğası hakkındaki çok daha büyük bir söylemin sadece tek bir parçasıdır. Kuran, tartışmayı, daha büyük ve daha kabul edilebilir şöyle bir dini söylemle tamamlar: Kainat, Allah tarafından yaratılmıştır.
Dini Söylem
Makro alemdeki yıldızlardan mikro alemdeki mikroplara kadar seradan süreyaya her zerresiyle bu evrenin dokusunda, bütün bunların sistemli bir şekilde işlemesini sağlayan bir dizi genel ve fıtri kanunlar içerir. Bu yasaların neticesi olarak evrendeki birçok şey, tanımlanabilir birer amaç sergilemektedir. Gözlerimiz görmek için yaratılmıştır. Kulaklarımız duymak için yaratılmıştır. Akciğerlerimiz nefes almak için yaratılmıştır. Ağaçlarımız meyve ve temiz hava üretmek için yaratılmıştır. Suyumuz hayatı sürdürmek için yaratılmıştır. İla ahir... Kainatın farklı alemlerinde defalarca tecrübe edilen pek çok açık amaç örneği ile sadec ve sadece şu kanaate varabiliriz: Makro alemden mikro aleme evrenin kendisi, bir amaca ve gayeye hizmet etmek için vardır.
Gerçekten de, günlük hayatta ve özellikle de canlı hayatını ilgilendiren biyoloji, botanik, psikoloji gibi yaşam bilimlerinde teleolojik dil kaçınılmazdır. Biyologlar ve tıp uzmanları, çeşitli organların "rolü" ve "işlevi" (Bu rolü ve görevi kim verdi?) hakkında konuşurken, genetik "kodlar" ve "bilgilendirme"den (Bu genleri kim kodladı ve bilgileri kim verdi? ) bahsediyorlar. Genelde bir çok ateist felsefi anlayışın lideri olarak kabul gören Charles Darwin bile, tasarım ve amaç kavramlarını sık sık kullanmadan bilimsel fikirlerini ifade edememiştir. Fıtratına ve vicdanına kulak veren bir insan, kainatın bir gayeye matuf olarak yaratıldığını anlamakta ve kabullenmekte hiç zorlanmayacaktır.
Buna uygun olarak Kuran, Yaratıcı'nın büyük tasarımını ve kudretini gösteren delillere (ayetlere) ısrarla dikkat çekmektedir. Allah, yaratılış gayemizi anlamamız ve imanı elde edebilmemiz için bizi, bu ayetlerin ve delillerin hepsini dikkatli bir şekilde incelemeye (tefekkür etmeye) davet etmektedir.
Allahu Teala, bunu ifade sadedinde yüce kitabında şöyle buyurur:
Göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün sürelerinin de değişerek birbiri peşi sıra gelişinde, elbette (Allah’ın kudret ve hakimiyetini gösteren) pek çok işaretler, deliller vardır gerçek akıl ve idrak sahipleri için. Ki onlar, (gerek namazda, gerek namaz dışında) ayakta, oturarak ve yanları üzerinde (dilleri ve kalbleriyle) Allah’ı zikreder dururlar ve göklerle yerin yaratılışı üzerinde derin derin düşünürler: (onlardaki hikmeti ve esrarlı manâları sezmişlik içinde,) “Rabbimiz” derler, “Sen, (iki ayrı bölgeli bir memleket gibi duran ve her şeyiyle birliğe işaret eden) bu kâinatı boş yere, sebepsiz, gayesiz yaratmadın. Hayır, hayır, Sen asla boş ve gayesiz iş yapmazsın. (Sen’i, icraatını ve yaratmandaki maksatları idrakte ve bu maksatlar istikametinde davranmakta kusur edip de, neticede) Ateş’in azabına düçar olmaktan bizi koru!
Bu ayetin ifade ettiği manaya göre gerçek iman, bazı insanların zannettiği gibi, aklın terk edilmesi neticesinde elde edilen bir olgu değildir. Din ile bilimin birbirleriyle çatıştığı düşüncesi yanlıştır.
Tam aksine, kafa ve kalp izdivacını yaparak ve tefessüh etmemiş bir kalple birlikte aklımızı da kullanarak Allah'a ve islami değerlere ulaşılabilir. Erken dönem İslam alimlerinden Ebu A'la şöyle der: ''Allah'a iman eden bir kula, İslam nimetinden sonra verilen en büyük nimet sağlam bir akıldır''
Bu hedefe ulaşmak için Kur'an, insanları akıllarına ve özellikle de yaratılış gayesi üzerine düşünme kabiliyetlerine hitap etmektedir.
Allah Teala bir ayette şöyle buyurur:
Göklerle yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün uzayıp kısalarak birbiri peşisıra gelmesinde, denizde insanların faydasına ve onlara yarayacak yüklerle akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip de onunla ölümünden sonra yeri dirilttiği ve içinde her türden canlıyı geliştirip yaydığı suda, rüzgârları (tür, esiş yönü, esiş şekli gibi pek çok açıdan) değiştirip durmasında, evirip çevirmesinde ve gökle yer arasında emrine hazır duran bulutlarda akledip anlayan bir topluluk için elbette (O’nun tek bir ilâh, yegâne ma’bud ve sığınak, yegâne yardımcı olduğuna dair) çeşit çeşit deliller, alâmetler vardır.
Yine başka bir ayette Rabb'imiz şöyle ferman eder:
O’nun âyetlerinden (varlık ve birliğinin delillerinden)dir ki, sizi topraktan yaratmıştır. Sonra da siz, çoğalan ve her tarafa yayılan insan nesli oldunuz. Yine O’nun âyetlerindendir ki, sizin için kendilerine ısınasınız diye öz varlığınızdan, mahiyetinizden eşler var etmiş ve aranıza yakınlık, sevgi ve merhamet koymuştur. Şüphesiz bunda sistemli düşünebilen kimseler için dersler, (Allah’ı hatırlatan) alâmetler vardır. Göklerin ve yerin yaratılması, ayrıca dillerinizin ve renklerinizin farklı farklı olması da O’nun âyetlerindendir. Elbette bunda da, (ön yargısız olarak varlığa yaklaşıp, onu yakından) bilenler için dersler, işaretler bulunur. Gece ve (kısmen) gündüz uyumanız ve O’nun lütf u kereminden geçim vesilelerinizi aramanız da O’nun âyetlerindendir. Muhakkak ki bunda, (Allah’ın yaratma ve hayatı idamedeki mesajına) kulak verip onu duyabilen kimseler için dersler, işaretler söz konusudur. Elbette şunlar da O’nun âyetlerindendir: O, size şimşeği gösterir; o anda hem korkuya kapılırsınız hem de yağmur geleceği ümidini taşırsınız. Ve gök tarafından su indirir de, onunla ölmüş bulunan yeri diriltir. Şüphesiz bunda da, aklını kullanmasını bilen kimseler için pek çok dersler, işaretler vardır.
Başka bir ayette de şunu ifade eder:
Yerde birbirlerine yakın (ama aynı zamanda birbirlerinden çok farklı) kara parçaları, ayrıca üzüm bağları, ekili ve ekim için araziler ve aynı kökten, aynı dalda salkım salkım fakat her biri kendine ait bir dalcıkta kendi başına biten hurmalar vardır; bunların her biri aynı su ile sulanmaktadır ama Biz tat, gıda ve kalite açısından onları farklı farklı yapar ve bazısını bazısına göre daha tercih edilir kılarız. Hiç kuşkusuz bunda da aklını kullanan kimseler için nice dersler, nice işaret ve deliller vardır.
Başka bir ayette de şöyle buyurur:
Sonra geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı hizmetinize verdi; bütün yıldızlar, O’nun mutlak emri altındadır. Hiç şüphesiz bunda düşünüp akleden bir topluluk için apaçık işaretler ve nice dersler söz konusudur.
Kainatın her noktasında görebildiğimiz her şeyde, Allah'ın varlığına delalet eden ayetler vardır: Güneş, ay, gezegenler, gece ve gündüz, dağlar, okyanuslar, rüzgar, bulutlar, yağmur, her bitki ve her hayvan, her çeşit meyve ve yiyecek ve içecek, insandaki genetik şifre mucizesi, sevgi, bilgelik ve güzellik gibi faziletler ve sayılmayacak kadar çok erdem bu ayetlerden bazılarıdır. Bu ayetleri ne kadar çok inceler ve onları ne kadar çok tefekkür edersek, inancımız da o kadar çok güçlendirecektir.
Allahu Teala şöyle buyurur:
(Varlığımızı, mutlak birliğimizi ve diğer iman hakikatlerini apaçık ortaya koyan) bütün delillerimizi onlara hem dış dünyada hem de bizzat kendi içlerinde, öz varlıklarında göstereceğiz ve nihayet Kur’ân’ın gerçeğin ta kendisi olduğu onlar için de gün gibi ortaya çıkacaktır. Aslında, Rabbinin her şeye şahit olması ve her şeyin O’na işaret etmesi (en büyük delil olarak) yetmez mi?
Allah'ın tabiatta tecelli eden ef'alinin delillerine ve işaretlerine vurgu yapmak, Yaratıcı'nın varlığını destekleyen öncelikli ve en güçlü rasyonel yöntemdir. İbn-i Teymiye bu konu hakkında şunları yazmıştır: ''Yaratıcı'nın varlığını ispatlarken delilleri kullanmak zorunludur. Çünkü Kur'an'da bu şekilde vahyedilmiştir ve Allah bunu kullarının fıtratına derc etmiştir. Tümdengelim metoduyla elde edilen kanıtlar doğru olsa da çok kullanışlı değildir.'' Doğru bile olsa, daha komplike felsefi deliller o kadar güçlü değildir. Çünkü sıradan insanlar ve halkın avam tabakası, felsefi tartışmlarda kullanılan terminoloji ve yöntemlerle ilgili eğitim almamışlardır. Aynı pasajın devamında, İbn-i Teymiye İbn Sînâ'nın (ö. 1037), Râzî'nin (ö. 1210) ve tamamen felsefi gerekçeler ortaya koyarak Allah'ın varlığını ispatlamaya çalışan diğer kişilerin, zayıf ya da etkisiz bulduğu delillerini eleştirmeye devam etmektedir.
Aşağıdaki satırlarda, büyük imamlara öncelikle neden bir Yaratıcı'ya iman ettiklerine dair sorular ve onların bu sorulara, Allah'ın ayetlerine dikkat çekerek verdikleri cevaplar yer almaktadır.
Kendisine, Halife Harun Reşid tarafından, Yaratıcı'nın varlığı hakkında soru sorulduğunda İmam Malik (ö. 795 M), ona, mahlukatın farklı dillerinde, farklı seslerinde ve farklı nağmelerinde deliller aramasını söylemiştir.
İmam Şafii'ye (ö. 820 M) Yaratıcı'nın varlığı hakkında soru sorulmuş ve o da şöyle cevap vermiştir: "Bir çilek dalının yapraklarının hepsinin tatdı aynıdır. Tırtıllar onu yer ve ipek üretir. Arılar onu yer ve bal üretir. Keçiler, inekler ve koyunlar onu yer ve yavrularını doğurur. Geyik onu yer ve misk üretir. Ancak hepsinin hammaddesi aynıdır.'' Bir çalı yaprağındaki basit bir mucize ve ürettiği diğer mucizeler, onun, çok amaçlı olarak tasarlanıp dizayn edildiğini gösterir.
İmam Ahmed bin Hanbel'e (ö. 855 M) Yaratıcı'nın varlığı hakkında soru sorulmuş ve o da şöyle cevap vermiştir: "Hiçbir girişi veya çıkışı olmayan pürüzsüz ve aşılmaz bir kale düşünün. Dışı beyaz gümüş, içi de saf altın gibidir. Bu şekilde inşa edilmiş. Şimdi bak ve seyret! Güzel bir hayvan o kaleden çıkıyor. Çıkarken güzel bir ses çıkartıyor ve güzel bir şekle bürünmüş halde çıkıyor.'' İmam Ahmed, annesinin yumurtasından çıkan bir civcivin fıtri merakından bahsetmişti.
Allah'ın kainata yerleştirdiği ayetlerde bulunan güçlü delilleri anlayıp onlara iman etmek için, felsefi delilleri anlamada lazım olan terminolojiye hakim olmayı gerektiren felsefi bir eğitime veya bilgiye ihtiyaç yoktur. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu deliller fıtrat ve vicdanla anlaşılabilir.
Meşhur bir hikayeye göre, bir zamanlar, göçebe kabilelerin bir üyesi olan ve okuma yazması olmayan ümmi bir bedeviye, Yaratıcı'nın varlığı hakkında sorulduğunda o bedevi, şöyle cevap vermiştir: '' Subhanallah! Devenin tersi devenin varlığına delalet eder ve ayak izleri de yürüyen bir kişinin varlığına şehadet eder. İçindeki yıldızları tutan bir gökyüzü, yemyeşil örtüye bürünmüş yeryüzü ve dalgalı denizler de tüm bunların sahibi Rahim ve Alim bir zata delalet ve şehadet etmez mi?''
Teleolojik delilin sadeliği, İbn Mu'taz'ın (ö. 908 M) özlü ve duygusal bir şiirine de girmiştir:
Allah'a isyan edilmesi ne kadar garip,
İnatçıların (Karşı gelenlerin) O'na karşı gelmesi ne garip,
Halbuki; herşeyde bir ayet var,
O'nun bir olduğuna delalet eden.
Tefsirinde bu hikaye ve anekdotlardan bahsettikten sonra, İbn Kesir (ö. 1373) ayrıca şu yorumlarda bulunmuştur:
Bir yerden başka yere faydalı bir şekilde akan nehirler, Allah'ın çeşitli hayvanlardan,bitkilerden, farklı lezzetlerden, kokulardan, şekillerden ve renklerden dünyada yarattığı ürünler, toprak ve suyun uyumu... Bütün bunlar bir Yaratıcı'nın varlığını ve onun mutlak kudretini,eksiksiz hikmetini, mahlukatına olan merhametini, onlara olan iyi muamelesini ve onlara olan şefkatini gösterir. Ondan başka hakiki ilah yoktur. Rububiyet sadece O'nun hakkıdır. Tek Rab, O'dur. Ben, O'na tevekkül ediyor ve yüzümü O'na dönüyorum. Kur'an-ı Kerim'de bu manayı ifade eden ayetler çok fazladır.
Bu kadar delili dinledikten sonra, bazıları evrenin gerçekten bir yaratıcı tarafından yaratıldığını ve dizayn edildiğini kabul etse de aklına şöyle bir soru gelebilir: Neden sadece bir Yaratıcı olmalı? Birden fazla ilah olamaz mı? Tekvini emirlerin ve fıtrat kanunlarının aynı amaca yönelmesi, bu amaç doğrultusunda birbirleriyle tutarlı ve uyumlu olması yani kainattaki nizam ve intizam birden fazla ilahın varlığını imkansız kılmaktadır.
Allahu Teala Kur'an'da şöyle buyurur:
Oysa Allah’tan başka göklerde ve yerde ilâhlar bulunmuş olsaydı, onlardaki denge ve düzen bozulur, her şey karmakarışık olurdu. Öyleyse, Arş’ın Rabbi olan (gökleri ve yeri yaratıp onları mutlak idaresi altında tutan) Allah, Kendisiyle ilgili olarak uydurdukları, (kâinatın tedbir ve idaresinde ortakları bulunmak gibi) her türlü nitelemeden mutlak manâda uzaktır.
Kainattaki tüm güçler ortak bir amacı gerçekleştirmek için müşterek çalışırlar. Bu ortak amaç, Dünya'nın varlığını devam ettirmek ve yaşamı sürdürmektir. Bütün bunlara bakarak, bütün bu işleri düzenleyen tek bir akıllı güç olduğunu çıkarabiliriz. Sanki birden çok ilah varmış da biri yerçekimini yarattı, başka biri elektromanyetizmayı yarattı ve diğerleri diğer fıtri kanunları yarattı, hepsi ortak bir amaç için birlikte hareket etti diye düşünmemizi gerektiren bir durumla karşı karşıya değiliz. Birden fazla yaratıcı olsaydı, aralarında rekabet olacağı için karışıklık olurdu. Bu anlayış, sadece, doğanın belirgin bir düzene sahip olmadığı zamanlarda yaşayan eski toplumlara makul gelmiş olabilir.
Bilimsel Tasdik
Bilimin gelişmesine parelel olarak, sünnetullah diye adlandırabileceğimiz fıtrat ve tabiat kanunlarının tutarlılığı ve evrenselliği konusundaki önkabulümüz de daha çok geçerlilik kazanmaktadır. Aslında, kainatın yapısındaki standart kalıpları varlığını kabullenmedikçe, bilimin ilerlemesi kesinlikle mümkün değildir. Örneğin yerçekimi yasası, yeryüzündeki veya uçsuz bucaksız uzaydaki konumundan bağımsız olarak, kütlesi olan her nesneye aynı şekilde uygulanır. İşin ilginç yanı, modern bilim dolaylı bir şekilde de olsa, tevhid inancına uygun önkabuller üzerine bina edilmiştir.
Paul Davies gibi bazı fizikçiler, kainattaki tabiat kanunlarının mantıklı bir izaha muhtaç olduğuna dikkat çekmektedirler. Tekvini emirlerin ve tabiat kanunlarının sebepsiz bir şekilde tesadüfen ortaya çıktıklarını varsaymak akla, mantığa ve bilime kesinlikle aykırıdır:
Kainattaki işleyişin aklen ve mantıken anlaşılabilirliğinin en sade açıklaması, fizik kurallarında yani tabiatın işleyişini belirleyen temel kurallarda bulunur. Çekim ve elektromanyetizma kanunları,atomun içindeki dünyayı düzenleyen kanunlar, hareket kanunları... Bunların tamamı, düzenli matematiksel ilişkiler olarak açıklanır. Bu kanunların varlığını kabul ediyorsunuz. Peki, bu kanunlar nereden geliyor. Bu kanunları koyan kim? Ve bu kanunlar, neden sahip oldukları şekilde düzenlenmiş de başka türlü düzenlenmemiş?.. Yıllar boyunca, fizikçi meslektaşlarıma fizik kanunlarının neden şu anda sahip oldukları şekle sahip olduklarını sorup durdum. '' Bu, bilimsel bir soru değil' veya 'Kimse bilemez'' benzeri cevaplar veriyorlardı. En favori cevap işe şöyleydi: ''Bu kanunların şu anda sahip oldukları şekle sahip olmalarının bir sebebi yok. Sebepsiz olarak, bu şekilde şekillenmişler.'' Kanunların, sebepsiz olarak var olduğu düşüncesi çok saçma ve irrasyonel bir düşüncedir. Sonuç olarak, bazı olguların bilimsel bir açıklamasının özü şu şekildedir: Dünya tesadüfen değil akıllı tasarımla dizayn edilmiştir ve varlıkların şu andaki hallerinde olmaları sebepsiz değildir.
Eşyanın niçin mevcut halindeki gibi olduğuna dair yapılan açıklamalar dizisini takip etmek; bizi, kainatın yaşam için tasarlandığı makul sonuca götürür. Bilim adamları buna, evrenin var olması ve yaşamın gelişmesi için tabiat yasalarının inanılmaz derecede kesin ölçümlerde yapılandırıldığını ifade etmek amacıyla ince ayarlanmış evren veya antropik ilke adını vermişlerdir. Fizikçi ve filozof Robin Collins'e göre, "Eğer büyük patlamanın ilk patlama gücü 1060'da bir oranı kadar gibi az bir farklı olsaydı, evren hızla kendine doğru çöker veya yıldızların oluşması için hızlı bir şekilde genişlerdi. Her iki durumda da, hayat imkansız olurdu." Bunun gerçekleşme ihtimali, yirmi milyar ışıkyılı uzaklıktaki bir inçlik bir hedefe kurşun atıp hedefi vurmak gibidir.
Collins, evrenin genlerine yerleştirilen ince ayarın altı zorlayıcı ilkeyi inceleyerek bu düşünceyi geliştirir:
1. Kozmolojik değişmezlik.
2. Güçlü nükleer ve elektromanyetik kuvvetler.
3. Yıldızlarda karbon üretimi.
4. Proton nötron kütle farkı.
5. Zayıf nükleer kuvvet.
6. Yerçekimi.
Bu güçlerin ve olguların her biri, içinde yaşadığımız harika evrenin oluşumu ve devamını sağlamak üzere dengeli bir şekilde dizayn edilmiştir. Güçlü bir delil olmadan, kainatta var olan herşeyi mucizevi bir şekilde meydana getiren bu tekvini emirlerin ve sünnetullahın, sebepsiz veya amaçsız bir şekilde tesadüfen ortaya çıktıklarını varsaymak, akla ve mantığa tamamen aykırıdır.
Bilim dünyasında, hassas ayarlarla dizayn edilmiş kainat fikrini eleştiren ve buna şüpheyle yaklaşan bilim adamları mevcut olsa da, tabiatta bulunan haddinden fazla deliller ve bu delillerin neticesinde ulaşılan teizmin makul ve rasyonel gerekçelerini samimane reddetmek mümkün değildir. Antony Flew, elli yıl boyunca teizim karşıtı yazılar yazmış olan ve Allah'ın varlığını kabul etmeyen ateist bir filozoftu. Ancak hassas mizanın varlığını gösteren delilleri inceledikten sonra, yaşamın kökenini ve evrenin karmaşıklığını açıklamak için insan-üstü bir akıl gerektiği kanaatine varmıştır. Teizm, diyor yazar, bir hüsnükuruntu veya batıl bir inanç olarak nitelendirilemez:
(Vahye dayalı semavi dinin zıddı olarak) tabiatı temel alan beşeri bir teoloji oluşturma girişimleri bağlamında, bu hassas ölçü ve mizan delilini kullanmanın avantaj veya dezavantajları ne olursa olsun, öncelikle şunu kabul etmemiz gerekmektedir: Allah'ın varlığını kabul eden üç büyük semavi din olan Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam dinlerinden herhangi birinin -doğru veya yanlış- dini öğretilerini kabul etmek için zaten yeteri kadar ikna edici delillere sahip olduklarına inanan kişilerin, hassas denge ve mizan delilini kendi dini inanç önkabullerinin bir teyidi olarak görmeleri gayet mantıklıdır.
Öyleyse, belki de gerçek batıl inanç, kainatın amaçsız bir tesadüf olduğunu iddia eden temelsiz dogmadır.
Her işinde hikmet bulunan ve hiçbir abes fiil işlemeyen Halık-ı Hakim şöyle buyuruyor:
(Âhiret’i inkâr eden o inkârcılar, bir de) şöyle diyorlar: “Hayat, sadece yaşadığımız şu dünya hayatıdır. Kimimiz ölür, kimimiz yaşamaya devam eder, kimimiz dünyaya gelir ve bizi tabiî süreci içinde ancak zamanın akışı yok eder.” Oysa bu konuda onların dayandığı kesin hiçbir bilgi yoktur. Onlar sadece delilsiz varsayımda bulunmaktadırlar.
Taberi, bu ayeti tefsir ederken ayetin şöyle bir anlam ifade ettiğini söyler: ''Onlar kesin bir bilgiye sahip değildirler. Çünkü, bu bilginin doğru olduğuna dair Allah'tan bir haber gelmeksizin ve bu bilginin doğru olduğunu ispatlayabilecekleri bir delil olmaksızın böyle bir iddiada bulunmuşlardır.''
Diğer bir deyişle, Allah'ın varlığını kabul edenlere karşı çıkan ateistlerin asıl kendileri delil ve mantığa uygun bir temelden yoksun bir dünya görüşüne sahiptirler. Bir hareket olarak onların yaptıkları şeylerin çoğu, dini fikir ve görüşleri olduğundan farklı göstermek (korkuluk safsatası taktiğini kullanıp çarpıtmak) veya insanların dikkatini, kendilerini inançlı bireyler olarak tanıtan kişilerin irrasyonel ve ikiyüzlü davranışlarına yönlendirmektir (kırmızı ringa taktiğini kullanmaktır). Aslında, Allah'ın var olmadığını kesin olarak belirlemek ya da ispatlamak imkansızdır. En sert ateistlerden ve din olgusunu en sert eleştirenlerden biri olan Richard Dawkins bile Allah'ın ve ahiret hayatının var olmadığından emin olamadığını itiraf etmiştir.
Allah'a iman etmek biz insanoğlunun genlerine kodlandığı ve bu kodlar hiçbir zaman insan fıtratından silinemeyeceği için, insanlığın başlangıcından günümüze kadar devam eden süreçte, Allah'ın -ya da en azından insanüstü bir gücün- varlığını inkar eden insanlar, her zaman marjinal bir azınlık olarak kalmışlardır ve bu gelecekte de böyle olacaktır. Dini inançlar, geçici olarak gerilese de, onların tekrar canlanması ve insanların kalbinde yer edinmesi gayet fıtridir.
Görünmeyen İlah
Son olarak bir hususa daha değinelim. İnsanların, Allah inancına itiraz etmelerine mazeret olarak sundukları en yaygın sebeplerden birisi de Allah'ın doğrudan görülememesi veya idrak edilememesidir. Görmediğimiz şeylere niçin inanmamız gerekiyor? Bu sorunun cevabı şudur: Müteal (Yüce) ve Subhan (eksikliklerden münezzeh) olması hasebiyle, Allahu Teala benzersizdir ve maddi gözlerle görünebilir olmaktan münezzehtir, Gaib'dir. Bizler, Allah'ı göremesek de O'nun kainattaki tecellilerini ve bu kainatı dizayn etttiğine dair işaret ve izleri aklımızı ve mantığımızı kullanarak anlayabiliriz.
Allah'ın görülemediği ve dolayısıyla da O'na inanılmaması gerektiği düşüncesi, Allah'ı inkar eden felsefeciler tarafından ilk defa ortaya atılan yeni veya orijinal bir iddia değildir. Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz'in yaşadığı asırda da bu iddia mevcuttu. Aşağıda okuyacağınız ayet-i kerimede bu hususu müşahede etmekteyiz. Allahu Teala şöyle buyuruyor:
İnkârları sebebiyle Âhiret’te Bizimle karşılaşacaklarını beklemeyenler, “Elçi olarak bize gökten melekler indirilmeli veya Rabbimizi görmeli değil miydik?” diyorlar. Doğrusu, (olmayacağı isteyecek ölçüde) kendilerini pek büyük görmekte ve haddi aştıkça aşmaktalar.
Mekke müşrikleri bu sorunun doğru bir soru olduğuna inandıkları için değil, daha çok iman etmemelerine bir mazeret göstermek için bu iddiayi gündeme getirmişlerdir. Bir şeyin görülememesinin, onun var olmadığı anlamına geldiğini iddia etmek, mantıklı bir akıl yürütme değildir. Dünyada göremediğimiz, ancak var olduğunu kabul ettiğimiz birçok şey var. Onları göremesek de izlerine ve etkilerine bakarak onların var olduğunu anlarız. Örneğin rüzgarı göremiyoruz ama, ağaçları ve çimenleri sallandırdığını görüyoruz. Radyo dalgalarını göremiyoruz, ancak o dalgaların, ses ve görüntüyü iletmesini anlayabiliyoruz.
Pozitif bilimler açısından bilimsel olarak, bir laboratuarda deney yapar gibi, doğrudan ve geleneksel bir şekilde, Allah'ın ''varlığını'' veya ''yokluğunu'' kanıtlamak mümkün değildir. Çünkü bilim, ölçülebilen, fiziksel, somut şeylerle ilgilenir. Allah fiziksellikten ve ölçülebilir olmaktan münezehtir. Teleskoplarını semaya yönlendiren ve bulutların üzerinde sakallı bir adam göremeyince Allah'ı inkar edenlerin, Allah'ın esma ve sıfatları hakkında hiçbir bilgileri olmadığı ve Allah'ı hakkıyla takdir edemedikleri aşikardır.
Bir an için bilim adamları tarafından incelenen bir deney tabağında yaşayan mikropların dünyasını düşünün. Organizmalar o kadar küçüktür ki bilim adamları onları gözlemlemek için güçlü araçlar kullanmak zorundadırlar. Bilim adamlarının orada olduğunu organizmaların algılaması mümkün müdür? Organizmaların bilim insanlarını anlamlı bir şekilde ölçmeleri ve idrak etmeleri mümkün müdür? Bilim adamları ile mikroorganizmalar arasındaki bariz fark, bu organizmaların, idrak sınırlarının ötesindeki bir gerçeği tam olarak kavrayabilme yeteneğini engellemektedir.
Allah ile bizim aramızdaki ilişki, bilim adamlarının gözlemlediği organizmalara benzemektedir. Ama bir farkla: Yüce Allah'ın mevcudiyetinin sonsuz oluşuna kıyasla, fani varlığımız kıyas kabul etmeyecek kadar zayıftır. Allah'ı, bu alemdeki tecellileri ve bu tecellilerin etkileriyle tanıyabiliriz ama onu hakkıyla takdir etmek boyumuzu aşkın imkansız bir uğraştır. Allahu Teala maddi olarak görülebilmekten ve ölçülebilmekten münezzehtir. Bizim gözlerimiz onu görecek donanımda değildir. Perde kalksaydı ve biz Allah'ı görseydik yok olurduk. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) bu konuyla ilgili şöyle buyurur:
Allah'ın hicabı nurdur, eğer onu kaldırmış olsaydı bütün varlıklar yanardı
Bu yüzdendir ki; Allah insanlarla doğrudan değil, peygamberlere iletilen vahiyler yoluyla konuşmuştur. Bununla ilgili bir ayet-i kerimede Allahu Teala şöyle buyurur:
Allah, bir beşerle ya (manâyı onun kalbine doğrudan atma şeklinde) vahiyde bulunma, ya bir perde arkasından ona hitap etme, ya da dilediğini ona vahiy yoluyla iletecek bir elçi (melek) gönderme dışında hiçbir şekilde konuşmaz. O, mutlak yüce ve aşkındır; her hüküm ve icraatında pek çok hikmetler bulunandır.
Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed (ala nebiyyina ve aleyhimusselam) gibi peygamberlere bildirilen sözler dünyanın her tarafına ulaştı ve dünyanın dört bir yanındaki milyonlarca insana huzur verip onların yolunu aydınlatarak tarihi şekillendirmeye devam etti. Allah, Gaib olsa da şehadet alemindeki insanlara rehberlik etmiştir ve onları rehbersiz bırakmamıştır.
Sonuç
Allah'ın varlığına dair Kuran ve Sünnet'te yer alan bilgiler gayet açık ve anlaşılması kolay olup akli ve mantıki delillerle desteklenmiştir. Kalp ve aklın temel fakülte ve kabiliyetleri, kainattaki gerçeklerle peygamberlerin mesajı hakkındaki düşünceyle bir araya gelince Allah'ın varlığına kanaat getirilir. Allah'ın var olduğu düşüncesinin doğru olduğunu anlamak için herhangi bir özel eğitim veya felsefi birikim gerekmemektedir. Delil ve gerekçeleri eğitim seviyesi ne olursa olsun herkes anlayabilir. Bu, tanınmak ve bilinmek için, daha sonra ulaşacağımız daha büyük bir alem olan ahirete doğru bir atlama taşı olarak dünyayı yaratan Allah'ın hikmet ve rahmetinin bir tecellisidir. Bununla birlikte, manevi seyehatimiz gerçeği araştırmak, varoluşla ilgili en önemli soruları cevaplamak ve aldatıcı şüpheleri ortadan kaldırmak için sürekli ve sabırlı bir çaba gerektirir.
Ancak bu mesele herkes tarafından kabul edilmeyecektir. Ya akla ve mantığa uygun açıklamaları reddedecekler ya da evrenin varoluşu ile ilgili Allah'a yer vermedikleri kendi açıklamalarını doğru varsayacaklardır. İnsanları imandan ve İslam'dan uzaklaştıracak daha başka engeller de vardır: Allah'a iman eden bazı insanların ikiyüzlülüğü, hareket etmelerini engelleyen travmalar veya diğer bazı şüpheler. İman-ı billah ve marifetullah, insanların kalbine Allah'ın koyduğu bir ışıktır. Her ne sebeple olursa olsun, Allah'a iman nurunu kalbine yerleştirmek istemeyen inatçı insanlara, hiçbir münazaranın faydası yoktur. Allah'a inanmış insanlar olarak bize düşen vazife; iman ettiğimiz esasları mümkün olan en güzel şekilde fiiliyata geçirip güzel örnek olmak, mülayemet, merhamet ve kavl-i leyyin ile İslam'ı anlatmak ve herkese iyi niyet sergileyip onların hidayete ermeleri için dua etmektir.
Tevfik Allah'tandır. Allah herşeyin doğrusunu en iyi bilendir.
[1]Barrett, Justin L., Cognitive Science, Religion, and Theology: From Human Minds to Divine Minds, West Conshohocken, Pennsylvania, Templeton Yayınevi, 2011, s.11.
[2]Araf 7/ 172.
[3]Taberi, Camiu'l- Beyan an Te'vili'l- Kur'an, Beyrut, Müessesetü'r- Risale, 2000, c.10, s.561, Ayet: Enfal 7/ 172.
[4]Hamer, Dean H., The God Gene: How Faith Is Hardwired into Our Genes, New York, Doubleday Yayınevi, 2004, s.6.
[5]Rum 30/ 30.
[6]Lokman 31/ 25.
[7]Zuhruf 43/ 87.
[8]Ankebut 29/ 65.
[9]En'am 6/ 63-64.
[10]Rum 30/ 33-34.
[11]Zümer 39/ 8.
[12] Gazzali, Abdu'l-Halim, el-Munkizu Mine'd- Dalal, Kahire, Daru'l- Kutubi'l- Hadise, 1972, s.111.
[13]Gazzali, el-Munkizu Mine'd- Dalal, s.182.
[14]Kadı Iyad, Ebu'l- Fadl, el-İlma' İla Ma'rifeti Usuli'r- Rivaye Ve Takyidi's- Sema', Kahire, Daru't- Turas, 1970, s.217.
[15]İbn Receb, ve Muhammed N. Ecmai. Beyan-u Fadl-i İlmi's- Selef Ala İlmi'l- Halef, Beyrut, Lübnan, Daru'l- Beşairi'l- İslamiyye, 1995, s.58.
[16]Maide 5/ 15-16.
[17]Hadid 57/ 28.
[18]Rad 13/ 28.
[19]Nahl 16/ 97.
[20]Fecr 89/ 27-30.
[21]Duha 93/ 5.
[22]Müslim, Zekat, 163.
[23]Müslim, İman, 58.
[24]Buhari, Rikak, 15.
[25]Taberani, el-Mu'cemu'l-Kebir, II, 154.
[26]Tirmizi, Zühd, 34.
[27]İbn-i Asakir, Tarih-i Dimaşk, Beyrut, Daru'l-Fikr, 1995, c.6, s.303.
[28]Buhari, Merda, 1.
[29] Gazali, el-Munkizu mine'd- Dalal, s.185- 186.
[30]Barrett, Justin L. Why Would Anyone Believe in God? Walnut Creek, California, AltaMira Yayınları, 2004, s.66.
[31]Buhari, Cenaiz, 79.
[32]İbn-i Teymiye, Tacuddin, Mecmau'l- Fetava, Medine-i Münevvere, Mecma-u Melik Fahd Li Tübaat-u Mushafi'ş- Şerif, 1995, c.16, s.328.
[33]Barrett, Cognitive Science, Religion, and Theology, s.49.
[34]Rum 30/ 8.
[35]Tur 52/ 35-36.
[36]İbn-i Hacer, Fethu'l- Bari bi Şerhi'l- Buhari, Beyrut, Lübnan, Daru'l-Marife, 1959, c.8, s.603.
[37]Hacınebioğlu, İsmail Lütfi, Does God Exist?: Logical Foundations of the Cosmological Argument, İstanbul, İnsan, 2008, s.188.
[38]Buhari, Tefsir, Tur Suresi (52) Tefsiri, 35-37. ayetler.
[39]İbn-i Kesir, İsmail Bin Ömer, Tefsiru'l-Kur'ani'l- Azim, Beyrut, Daru'l- Kutubi'l- İlmiyye, 1998, c.7, s.406, Tur Suresi 52/ 35.
[40]İbn-i Ebi'l- İzz ve Ahmed Tahavi, Şerhu'l- Akideti't- Tahaviyye, Beyrut, Müessesetu'r- Risale, 1997, c.1, s.36.
[41]İbn-i Kayyim, Miftah-u Dari's- Saade ve Menşur-u Vilayati'l- İlmi ve'l- İdare, Beyrut, Lübnan, Daru'l- Kutubi'l- İlmiyye, 2002, c.1, s.214.
[42]Newton’s Laws of Motion, National Aeronautics and Space Administration (NASA), Erişim tarihi: 23 Aralık 2016. www.grc.nasa.gov/www/k-12/airplane/newton.html.
[43]Big Bang Cosmology, National Aeronautics and Space Administration (NASA), Erişim tarihi: 23 Aralık 2016. www.grc.nasa.gov/www/k-12/airplane/newton.html.
[44]Leibniz, Gottfried W, Roger Ariew, ve Daniel Garber, Philosophical Essays, Indianapolis, Hackett Yayınları Şirketi, 1989, s.149- 150.
Overman, Dean L, A Case for the Existence of God, Lanham, Md, Rowman & Littlefield Yayınları, 2009, s.40.
[46]Hanby, Michael, No God, No Science? Theology, Cosmology, Biology, Malden, MA, Wiley-Blackwell Yayınları, 2013, s.212.
[47]Ali İmran 3/ 190-191.
[48]Sacks, Jonathan, The Great Partnership: Science, Religion, and the Search for Meaning, New York, Schocken Books Yayınları, 2011, s.1.
[49]İbn-i Ebi Şeybe, Musannef, Riyad, Mektebetu'-Ruşdi'n- Naşirin, 2006, c.5, s.266, #25942.
[50]Bakara 2/ 164.
[51]Rum 30/ 20-24.
[52]Rad 13/ 4.
[53]Nahl 16/ 12.
[54]Fussilet 41/ 53.
[55]İbn-i teymiye, Mecmau'l- Fetava, c.1, s.48.
[56]İbn-i Kesir, Tefsiru'l- Kur'ani'l-Azim, 106.
[57]Aynı yer, s.106- 107.
[58]Aynı yer, s.107.
[59]Aynı yer, s.107.
[60]Aynı yer, s.107.
[61]Aynı yer, s.107.
[62]Enbiya 21/ 22.
[63] Overman, A case for the Existence of God , s.42.
[64]Murray, Michael J, Reason for the Hope Within, Grand Rapids, Michigan, W.B. Eerdmans Yayınları, 1999, s.49.
[65]Manson, Neil A, God and Design: The Teleological Argument and Modern Science, Londra, Routledge Yayınları, 2003, s.179- 190.
[66]Wood, W J. God, Durham, Acumen, 2011, s.29.
[67] Flew, Antony, God & Philosophy, New York, Prometheus Books, 2005, s.11.
[68]Casiye 45/ 24.
[69]Taberi, Camiu'l- Beyan, c.22, s.80.
[70]Bingham, John, “Richard Dawkins: I can’t be sure God does not exist.” The Telegraph, Erişim Tarihi: 23 Aralık 2016. http://www.telegraph.co.uk/news/religion/9102740/Richard-Dawkins-I-cant-be-sure-God-does-not-exist.html.
[71]Furkan 25/ 21.
[72]En'am 6/ 91.
[73]Müslim, Sahih, İman, 353.
[74]Şura 42/ 51.
[75]Youssef Chouhoud, “Modern Pathways to Doubt in Islam.” Yaqeen Institute for Islamic Research, Erişim Tarihi: 23 Aralık 2016, www.yaqeeninstitute.org/publications/modern-pathways-to-doubt-in-islam/