Giriş

Kadınların sosyal durumları ve hakları, kültürler içinde ve boyunca tartışmalı konulardır. Görüşler, zaman ve mekândaki değişikliklere elverişli olan kişisel önyargılardaki dalgalanmalar nedeniyle, en öznel nedenlerden ötürü farklılık göstermektedir. Bu, herhangi bir toplumdaki kadın algısının, o toplumun dini, tarihi ve sosyal bağlamındaki önyargıları dikkate almakla birlikte kendi halkının gözünden incelerken ortaya açık olarak çıkmaktadır.

Şimdiki zamanlarda, hem toplum içi hem de toplumlar arası tartışmaları halen teşvik eden, toplum içinde var olan cinsiyetin işlevine dair farklı görüşler ile kültürler arasındaki söz konusu farklılıklar hararetli bir şekilde yarışmaya devam etmektedir. Bu tür tartışmaları derinlemesine araştırmak, mevcut makale kapsamının ötesindedir. Daha doğrusu, belirli bir toplumun, kadın nefreti kötülüğünün üstesinden gelmesinde dikkat çekecek derecede başarılı olduğu bir zaman dilimine odaklanmaktayız. 7. yüzyıl Arabistan’ında nispeten kısa bir süre içinde, derinden yerleşmiş olumsuz kadın algısı tersine dönmüş ve onlara karşı yapılan muamele önemli derecede gelişmişti.

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) mesajının etkisiyle, daha sonra “Cahiliye Dönemi” olarak anılan süre zarfında yaygın hale gelmiş, kadınlara karşı sergilenen hayli sorunlu kültürel tutumlar, sıra dışı bir dönüşüm geçirdi. İslam’ın toplumsal, ailevi ve manevi alanlarda kadın eşitliğini kabul etmesi, onun zamanında eşi görülmemiş bir durumdu ve erkek ve kadınlar arasındaki hak ve yükümlülüklerin sınırlarının belirlenmesi bu güne kadar rakipsiz kaldı. İslam’ın ahlak ilkelerinin ve kadınları erkeklerle eşit bir manevi zemine oturtulmasına dair değerler dizisinin uygulanmasıyla, İslam öncesi toplum, daha iyisi için sonsuza dek dönüşüm geçirdi.

Bu yazı, seçkin bir adamın kadına olan bakış açısındaki değişim ile ispat edilebilecek dönüşüme, genel bir bakış sunacaktır. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) bir sahabesi olan Ömer bin Hattab (r.a.), İslam’ın ikinci halifesi ve tarihe kaydedilmiş en etkili liderlerinden biri oldu. İslam’ı kucakladıktan sonra, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) nazik rehberliği idaresinde kadınlara bakış açısı önemli ölçüde değişmiştir. Kendi sözleriyle ifade ettiği gibi: “Cahiliye  Döneminde, kadınlara hiçbir değer vermezdik. Fakat İslam gelip, Allah’ın onlardan bahsettiğini görünce, onların üzerimizde bazı hakları olduğunu fark ettik…”  İslam’ın adalet ve merhamet görevini gerçek anlamda yerine getirmesi, Hz. Ömer bin Hattab’ın (r.a.) kadınların uygun sosyal durumunun farkına varması, tüm Müslümanların kalplerinde, her yerde ve her zaman, sürekli olarak yeniden canlandırılmalıdır.

Erkek olsun kadın olsun, kim inanmış bir insan olarak dünya ve âhirete yararlı işler yaparsa kesinlikle ona güzel bir hayat yaşatacağız ve böylelerinin ecirlerini de muhakkak surette yapmış olduklarının daha güzeliyle vereceğiz. [Kur’an-ı Kerim 16: 97]

Toplumsal Değer

Herhangi bir toplumda olduğu gibi, İslam öncesi Arap kadınlarının sosyal durumlarında değişkenlik olduğunu en başında göz önünde bulundurmak önemlidir. Erken kaynaklar, bazı kadınların, toplumsal koşullarının kısıtlanmasına rağmen, bir dereceye kadar göreceli bağımsızlık kazanabildiklerine işaret etmektedir. Örneğin; Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) zengin eşi Hatice bint Hüveylid, kendi adıyla iş yapmayı başarmıştı ve İslam öncesi dönemlerde kadınlar, tereddüt etmeksizin, akıllarından geçeni söylemek için yeterince cesur davrandılar; özellikle de Hz. Hind Binti Utbe gibi toplumun üst kademelerinde bulunanlar. Ancak, aşağıda ayrıntılı bir şekilde açıklandığı üzere, İslam öncesi toplumda kadın olmanın dezavantajları, daha düşük ekonomik ve sosyal sınıflara mensup, özellikle haksızlığa uğramış ve baskı göre kadınlar ile çok belirgindi.

Genel anlamda, İslam öncesi Arabistan’daki katı aşiret toplumunda, güçlü bir aşiretin desteği olmadan, yoksul ve kenara itilmiş kadınlar sık sık ıstırap çekerlerdi. Bu sosyal gerçeklik, Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde keskin bir biçimde eleştirildi, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) mesajının temel bir parçasını oluşturan bir eleştiri. İbrahimî dinler geleneğindeki uzun peygamberler dizisinin son peygamberi olarak oynadığı rolde, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), önceki İbrahimî peygamberlerin yasalarının başlangıçtaki ruhunu yeniden canlandırırken, Arap egemenliğindeki Arabistan’ın uzun zamandır süre gelen uygulamalarına meydan okumalıydı. Bu nedenle, İslam mesajının, Arap toplumundaki kadınlara olan etkisinin incelenmesinde sorulması gereken soru, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) mesajını kucaklayan erkeklerin, kadınları farklı şekilde görüp görmedikleri ve nasıl gördükleri ve İslam’a dönen ilk kadınların, yeni inançlarıyla güçlenmiş mi yoksa engellenmiş mi hissettikleridir.

Kur’an-ı Kerim’de İslam öncesi toplum içindeki en açık adaletsizliklere karşı sergilenen ilk duruşlardan biri, kadınlara, özellikle de mali bir yükten başka bir şey sayılmayan kız bebeklere yönelik bir muamelenin kınanmasıdır. Buna mukabil, yeni doğmuş kız bebeklerini öldürmenin menfur teamülü, akla uygun hale getirildi ve zerre kadar önemi olmaksızın uygulandı. Kur’an-ı Kerim, bu teamülü aşağıdaki ayetlerde açıklamakta ve kınamaktadır:

Onlardan birine bir kız müjdelendiğinde, öfkelenerek yüzü mosmor kesilir. Verilen müjdenin (kendisine göre) kötülüğünden dolayı halktan gizlenir. Böyle bir alçaltıcı duruma rağmen onu yanında mı tutsun yoksa toprağa mı gömsün! Görün işte, ne kötü yargıda bulunuyorlar! [Kur’an-ı Kerim 16: 59]

Bu kaderden canını kurtaranlar, genellikle diğer zalim geleneklerle karşı karşıya kaldılar. İslam öncesi Arap çevresinde, kadınlara sadece eşya olarak muamele etmek yaygındı. Örneğin, bir erkek öldüğünde, erkek akrabaları adamın karısını “miras” olarak alacaktı. Bu mantık altında, çoğu durumda, bir kadın kendine miras olarak bir şey alamazdı: Arapların söylediği gibi, “Kılıcı taşıyan ve aşireti koruyan dışında hiç kimse miras alamaz.” Bu şekilde, kadınları göz ardı eden ve topluma katkılarını dışlayan bir dünya görüşü nedeniyle bir kadının ekonomik hakları büyük bir ölçüde göz ardı edildi. Diğer aşiretlerin baskın ve yağma korkusu, tahminen onlara baskın yapanlar tarafından kaçırıldıkları ve esir alındıkları için yağmanın bir parçası olarak sayıldıklarından, kadınların daha fazla ötekileştirilmesine yol açtı. Ailelerine potansiyel bir utanç kaynağından başka bir şey olmayan ve gerçekte kızlarını canlı canlı gömenlerin teşvik edilmesinin bir parçası olan bu teslim edilmiş kadınlar, bu muhtemel aşağılanmanın üstesinden geldiler.  

Ancak Şeriat açısından bakıldığında, bu unsurların hiçbiri, bir kadının öz değeri ile ilgili olarak görülmedi. Kadınlarla bağlantılı algılanan utançtan bağımsız olarak, Şeriatta yeni doğmuş kız bebeklerini öldürmeye ve her türlü namus cinayetinin işlenmesine tam olarak izin verilmez. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v.) bir sahabe, eğer karısını zina yaparken yakalarsa ne yapması gerektiğini sorduğunda, o ne karısını ne de adamı öldürmeyi açık olarak yasakladı; bu suretle, aşırı tahrik ve teşvik bile kabul edilebilir bir savunma olarak görülmemiştir.  Bir kadının hayatını almak, bir erkeğin hayatını almaktan daha küçük bir suç olarak görülmez ve katilin bunun karşılığında en ağır cezalara mahkûm edilmesi zorunluluktur: ölüm cezası. Yaşam kutsallığında cinsiyet ayrımı yoktur.

Özel ortamlarda bile, kadınlar çoğunlukla toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılıkla karşı karşıya kalmıştır. Belirli adet kanunları ve teamülleri kapsamında, kadın fizyolojisi, sıklıkla onları daha da tecrit etmek için bir bahane olarak kullanıldı. Müslüman kadınlar, Ortodoks Yahudi kadınlara benzer şekilde, adet döngüsü sırasında belirli kısıtlamalara uymaktadır. Ancak Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.), “Bir mümin asla saf olmayacak” şeklindeki sözleri, İslam içinde temel bir ilkedir; öyle ki, hem kadını hem erkeği ilgilendiren bu ve benzeri dinsel saflık konularını çevreleyen tüm yasalar, günaha girmek için asla amaçlanmamış ya da bir günah karşısında ceza olarak görülmemiştir. Kadınların, adet kanamasının getirdiği zayıflıktan dolayı adet gördükleri esnada dua etmemeleri ve oruç tutmamaları mazur görülür ama onlar, ne toplumdan dışlanmakta ne manevi olarak cenabet sayılmakta ve ne de kendilerini toplumdan ayırmakla yükümlü değildirler.

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.), erkeklerin eşleri adet gördükleri esnada onlarla ilişkiye girmeden yakın olabildikleri önemli bir noktaya temas etmesi detaylı bir şekilde belgelenmiştir. Eşi Ayşe adet gördüğü sırada, Resûlullah onun kucağında Kur’an-ı Kerim okur ve saçlarını taramasına izin verirdi. Ona, her şeye özgürce dokunabileceğini söyler, “Kanaman, senin ellerinde değil” derdi. Dahası, kadınları dışarı çıkmaya ve bayram şöleni faaliyetlerine tanıklık etmeye teşvik eder, kadınlara temel saflık ve değer duygusu aşılardı.

Diğer değer sistemleri ve toplumların etkisi altında kadınların silinmesine karşın, İslam, kadınların kimliklerini, mülklerini ve haysiyetlerini yaşamları boyunca sürdürme haklarını onayladı. Evlendikten sonra bile, Müslüman bir kadının adı ve mülkleri kendinde kalmaktadır. Bir sonraki bölümde ayrıntılı bir şekilde açıklanacağı üzere, kendi parasını ailesine harcamak zorunda değildir. Bunlara ek olarak, Müslüman kadınlar, mahkemede kendilerini temsil etme hakkına sahip olmakla beraber kendi adlarına tanıklık yapma ve bağlılık yemini etme hakkına da sahiptirler. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), bağlılık yeminini doğrudan kadının etmesi için Kur’an-ı Kerim’e (60:12)  yönelmiş, bu suretle, onlara kendileri ve yaşamları ve seçimleri üzerinde birincil sorumluluk yüklemiştir.

Ayrıca, İslam’ın ilk günlerinde bile, kadınlar kendi adlarına konuşmakta kendilerini özgür hissederlerdi ve sesleri duyulurdu. Kur’an-ı Kerim’in bir bölümü, bir kadının, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v.) dertli yakarışlarını dile getirerek başlıyor: ‘Kuşkusuz, kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a yakınan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah sizin karşılıklı konuşmanızı işitiyordu. Çünkü Allah her şeyi işitmekte ve görmektedir.’ [Kur’an-ı Kerim 58:1] O andan itibaren, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Hz. Ömer bin Hattab’ın (r.a.) kendisinin de dâhil olduğu sahabeleri, bu kadına büyük saygı gösterecektir. 

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), sadece kadının sıkıntılarına karşı duyarlı olmakla kalmamış, aynı zamanda onların tavsiyelerine de riayet etmiştir. Hudeybiye Antlaşması’na müteakip, bir dizi Müslüman, ateşkesin bazı koşullarını haksız olarak algıladıkları için kırgınlık hissettiler. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), onlara, bu amaçla getirdikleri hayvanları kurban etmelerini ve kafalarını traş etmelerini emrettiğinde, ne söylemişse söylesin, ilk başta emrine kulak asmadılar. Durumun ciddiyetinin farkına varılması üzere, muhterem eşlerinden biri olan Ümmü Seleme (ra), Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v.) daha fazla bir şey söylememesini ama aksine sadece kendi kafasını traş etmesi ve fedakârlığını sunmasını tavsiye etti. Tahmin ettiği gibi, sahabeler hizaya geldiler ve onun davranışını tekrarladılar ve onun hikmetli nasihati, çıkabilecek herhangi bir gerginliğin önüne geçti.

Kadınlara verilen bu değer ve bunun kabul edilmesi, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) sahabelerinin geri kalanına da öğrettiği bir şeydi. Hz. Ömer bin Hattab’ın (r.a.) değişen bakış açısına geri dönecek olursak; halifeliği sırasında, Samra bint Nuhayk  ve Al-Shifa’ bint Abdullah  adlı iki kadını, pazarı denetleme rollerini yerine getirmeleri için görevlendirdi. Adil iş uygulamalarının yürütüldüğünden ve uygun İslami davranışlarının idame ettirildiğinden emin olmak için pazarda devriye gezeceklerdi.

Bu suretle kadınlar, özel alan içindeki eşler, anneler ve kız çocuklar olarak ailevi roller ile sınırlandırılmadılar. Saygın kamu görevlerini yerine getirmek, aynı zamanda yetenekli kadınların potansiyellerini yerine getirmeleri ve toplumdan büyük ölçüde faydalanmalarına neden olan bir araç olarak da düşünülebilir. Bir kadının toplum içinde oynadığı rol ve özel alanlardaki rolü arasında, haklarını ve sorumluluklarını, hiçbir tutumun diğeri aleyhine aşırı bir öneme sahip olmadığı bir şekilde tanımlayarak açık bir denge arandı. Böylelikle, bir kadının toplumun geneline katkıda bulunabileceği üretken yolları kabul ederken, İslam, bir kadının anne ya da eş olarak özel alanda oynadığı rolün, toplum içinde gerçekleştirdiği bir rolden daha değersiz olduğunu ileri sürmemekte; bunun yerine tüm bu rollerin erdemlerini yüceltmekte ve bunları gerçekleştirirken toplumu bir bütün olarak kadın değerini kabul etmeye ve bunu yapan kadınları onurlandırmaya davet etmektedir.

Rableri onların dualarına şöyle karşılık verir: "Şüphesiz ben, erkek olsun kadın olsun -ki birbirinizden meydana gelmişsinizdir- sizden bir şey yapanın emeğini asla boşa çıkarmam. Hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, benim yolumda eziyete uğratılanların, savaşanların ve öldürülenlerin, işte onların günahlarını elbette sileceğim. And olsun ki, Allah katından bir mükâfat olarak onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Şüphe yok ki nimetin güzeli Allah’ın katındadır!" [Kur’an-ı Kerim 3: 195]

Ailevi Değer

Toplumdaki bir kadının yerinin, nihayetinde aile içindeki yerinin bir yansıması olduğu tartışılabilir. O zaman, İslam öncesi Arap toplumunda, bir kadının ailevi durumunun belirsiz olduğu, kontrolünü ötesindeki koşullara büyük ölçüde bağlı olduğu bir sürpriz olmayacaktır. Toplumda saygı duyulan ve methiyelerle göklere çıkarılan oğulların annelerine, özellikle de eğer dünyaya cesur savaşçılar getirmişlerse övgü dolu muameleler edilmesi ve daha önce de değinildiği gibi, bir kız bebek bahşedilen değersiz bir annenin arasında garip bir karşıtlık var olmaktaydı. Bir kadının değeri, ancak bir erkeğe bağlı olmasıyla kurulabiliyordu; bu, kadınların İslam öncesi Arap toplumunda gördükleri öz değer eksikliğinin talihsiz bir yansımasıydı.

Bu, aynı zamanda İslam öncesi şüpheli medeni düzenlemelerle de tasvir edilebilir; bir kadın, resmi bir teklif ile gerçekleşen resmi evliliklerden, çeyiz karşılığında birkaç saat kadar sürebilen geçici akitlere kadar birçok evlilik yapabilirdi. Ancak, bu evlilik biçimlerinin hiçbiri, bir kadının güvenliğini garanti etmedi ya da eşitlik ve karşılıklı sorumluluk ilişkisi sağlamadı. İslam’dan önce, erkekler boşanmak için hiçbir yardım kaynağı olmayan eşlerine karşı resmi hiçbir ekonomik ya da sosyal maddi yükümlülük üstlenmediler. Aksine, erkekler kendi iradeleri ile boşanabilir ve sınırlama olmaksınız istedikleri kadar kadınla evlenebilirlerdi. Bir kadın bu yüzden, fiziksel ya da duygusal bir koruma olmaksızın, arafta kalır ve talihsiz durumdan ötürü boşanıp ayrılamazdı.

Erkekler, aynı zamanda kendi geçici heveslerini göz önünde bulundurmaksızın, eşlerini istedikleri gibi hükmetmekte özgürdüler. Bir erkek, hamile kalması ve hamilelik belirtileri gösterdikten sonra diğer adamdan geri alınmak üzere, eşini geçici olarak ona hayran kalmış – belki cesur bir şövalye ya da asil bir şair – başka bir erkeğe verebiliyordu. Kadının bu konudaki hisleri ve düşünceleri dikkate alınmayacaktı. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) bağlı olduğu Kureyş kabilesindeki gibi soyluların çoğu, altındaymış gibi zina yaptığını görmüş ve ondan kaçınırken, bazı seçkinler, kadınları kendi iradelerine karşı vücutlarını fahişeler gibi kiralamak için esaret altında tutacaktı. Ayrıca zoraki evlilikler, namus cinayetleri ve kadın sünneti gibi başka birçok baskıcı uygulamaya da dâhil oldular: İslam öncesi var olan ve bugün hala İslam’ın rehberliğinden habersiz bazı kabile kültürlerinde var olan insan hakları trajedileri.

Evliliklerdeki aynı ölçüde talihsiz sonlar çok sayıda bulunmaktaydı. İslam öncesi Arap toplumunda, bir dul, ölen eşin erkek akrabaları tarafından, geleceğini uygun gördükleri şekilde belirleyebilecekleri geride bırakılan miras olarak alınacak mülkle eşdeğerdi. Evliliğin yaygın bir şekli, bir oğlunun üvey annesini “miras alması” idi. Bundan önce bile, İslam öncesi toplumda yaşayan bir kadının, bütün bir yıl boyunca eşinin evdeki küçücük, kap karanlık bir odaya girerek yas tutması gerekiyordu; iftidâd olarak bilinen iğrenç bir teamül. Kadın, en kötü kıyafetlerini giyer, suya dokunmaz, tırnaklarını kesmez, vücudunda çıkan tüyleri almaz ve toplum içinde görünmezdi. Bir yıl sona erdiğinde, edep yerlerini genellikle bunun sonucunda ölecek bir hayvanla temizleyecek sonra sokakta başıboş gezen, gördüğü ilk köpeğin üstüne hayvan gübresi yağdıracak, bu suretle matemini törensel bir zirvede sona erdirecekti.  Bundan sonra bile, geleceği kendi ellerinde olmayacaktı aksine onu miras alan her kim ise, onun geçici heveslerine mecbur kalacaktı.

İslam’ın doğuşuyla birlikte, ailevi yaşantılardaki devasa değişimleri zorunlu kılan toplumun kadınlara bakışında bir dizi değişim gerçekleşti. Bu kadim teamüllerden keskin bir biçimde uzaklaşma, ailesi içinde değer gören ve sevgi beslenen bir kadının meşru durumunun kendi çabası sonucunda tesis edilmesini yasallaştırıldı. Her şeyden önce, İslam, annelerin yüce durumunu, davranışlarına ve hatta inançlarına bakılmaksızın, onlara karşı son derece saygılı ve şefkatli olmaya davet edip kutsal kabul etti. Anneler, Kur’an-ı Kerim’de özel olarak anılan merhametli, şefkatli ve özverili olmalarından dolayı kabul edilmektedir:

Biz insana anne babasıyla ilgili öğütler verdik. Annesi, güçten kuvvetten düşerek onu karnında taşımıştır; çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur. Bunun için (ey insan), hem bana hem anne babana minnet duymalısın; sonunda dönüş yalnız banadır. [Kur’an-ı Kerim 31:14]

Bir annenin sonsuz değeri ve önemi, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) tarafından sıklıkla vurgulanmıştır. Sahabelerine, anneleri özel ihtimam ve minnettarlıkla muamele etmelerini konusunda yol gösterip, onlara anneye karşı şefkatle davranmanın Allahü Teâlâ’nın lütuf ve sonsuz mükâfatına erişmek için bir araç olduğunu öğretirdi. Bir keresinde, Muâviye İbnu Câhime Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v.) gelir ve: “Ey Allah’ın Resûlu, ben gazveye [cihad] katılmak istiyorum, bu konuda sizinle istişare etmeye geldim” der. Resûlullah, “Annen var mı?” diye sorar. “Evet” deyince, “Öyleyse ondan ayrılma zira cennet onun ayağının altındadır” buyurur.  Bir kişinin anne babasıyla ilgilenmesi, adalet uğruna ve ezilenleri korumak için savaşmakla eşdeğer hale getirildi.

Bu tür bir başka etkileşimi açıklayan sahabe Ebu Hureyre şöyle nakletmektedir; “Allah’ın Resûlu’ne (s.a.v.) bir adam gelerek, ‘Ey Allah’ın Resûlu, iyi davranıp hoş sohbette bulunmama en ziyade kim hak sahibidir?’ diye sorar. Resûlullah (s.a.v.), ‘Annen!’ diye cevap verir. Adam, ‘Sonra kim?’ der. Resûlullah, ‘Annen!’ diye cevap verir. Adam tekrar, ‘Sonra kim?’ der. Resûlullah yine, ‘Annen!’ diye cevap verir. Adam tekrar sorar, ‘Sonra kim?’ Resûlullah, bu dördüncüyü, ‘O zaman, Baban!’ diye cevaplar.”  Böylece bu özel ve eşsiz ilişkinin önemini daha fazla vurgulamaktadır.

Sahabeleri bu öğretilerden derinden etkilendi. Hz. Ömer bin Hattab (r.a.) bir keresinde, annesini sırtında taşırken Kâbe-i Şerif’i tavaf eden bir adam görür. Adam ona sorar, “Ey İbn Ömer! Ne dersin, annemin hakkını ödemiş oldum mu, böyle bir hizmetle ona olan borcumu ödedim mi?” diye sorar. Hz. Ömer bin Hattab adama, “Hayır! Onun doğum sırasında çektiği acılar karşı dile getirdiği bir tek ah çekmesini dahi karşılayamadın. Ama iyi yaptın, Allah bu ufak şey için seni çok daha fazlasıyla ödüllendirecek” der.  İslam tarafından ortaya konulan bakış açısındaki değişimi tasvir eden bir başka rivayette, Ebu Zer el-Gıfârî (r.a.) kendisi hakkındaki bir şeyi âcizane kabul etmekte ve şöyle anlatmakta, “Benimle kardeşlerimden bir adam arasında bir hâdise oldu. Kendisini annesinden ötürü kınadım, ona hakaret ettim. O, beni Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v.) şikâyet etti, Resûlullah bana, ‘Sen böyle böyle diye hakaret ettin mi?’ diye sordu. Ben, ‘Evet’ diye cevapladım. Resûlullah bana, ‘Annesine hakaret ettin mi?’ diye sordu. Ben, ‘Evet’ diye cevapladım. Resûlullah bana, ‘Ey Ebû Zer, sen, içinde câhiliyyet [İslam öncesi bir bakış açısı] bulunan bir adamsın!’ dedi.”

İslam’ın, İslam öncesi toplumda anneler açısından neyin zaten yerleşmiş olduğunu doğruladığı göz önünde bulundurulduğunda, kızlara yapılan muamele kökten değişti. Yukarıda kaydedildiği gibi, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), kendi toplumunda kadınların hiçe sayılmasının nereden kaynaklandığını tam olarak anlamıştı; bir kadına nasıl bakıldığının asıl mahiyeti ve gereksinim eksikliği, kadına yüklenen egemen değer. Bir kızı canlı canlı gömmek, onun çoktan gömülmüş değerinin en yüksek zirvesiydi. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), bunu kendi kızlarına davranışları vasıtasıyla bir kadının doğumundan itibaren var olan değerini göstererek değiştirdi; var olan durumda toplam kargaşaya cevaben verilebilecek en büyük örnek. Resûlullah’ın “Cennet Kadınlarının Efendisi” diye hitap ettiği sevgili kızı Fatma eve geldiğinde, Resûlullah onu karşılamak için ayağa kalkar, onu alnından öper ve onu kendi yerine oturturdu. Resûlullah ona, “O benim bir parçam” derdi.  

Aslında, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), kızlara yapıştırılan olumsuz kültürel etkileri tamamen tersine çevirdi; “Buluğa erinceye kadar kim iki kız evladı yetiştirirse – işaret ve orta parmaklarını birleştirerek – kıyamet günü o ve ben şu iki parmak gibi beraber oluruz.” Cahiliye günlerinde maddi yük olarak nitelenmelerinin aksine, onlar şimdi Ahireti arayan biri için en büyük yatırım aracı olarak düşünüldü. Halen devam eden, kızlara yapıştırılan herhangi bir olumsuz kültürel düşünce kalıntısı, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) verdiği bir örneğe sürekli başvurmak suretiyle defedilecekti. Yakub b. Bûhtan şöyle anlatmakta, “Benim tam yedi tane kızım oldu. Ne zaman bir kızım doğsa, Ahmed bin Hanbel’in yanına gelirdim. O da bana, ‘Ey Eba Yusuf! Peygamberlerin de kız çocukları vardı’ der ve onun bu sözleri kederimi dağıtırdı.”  

Cennet girmek için kullanılan bir araç olmakla beraber, kişinin, bir kız babası olması ciddi bir sorumluluk olarak kabul edildi. Muhammed bin Süleyman el-Cezûlî şöyle söylemekte, “Erkek çocuklar bir lütuftur ve kız çocuklar salih ameldir. Allah, lütuflardan şüphe eder ve salih amelleri mükâfatlandırır.”  Bir baba için bu,  onlara sevgi ve şefkat göstererek, onları eğitmek suretiyle en iyi şekilde yetiştirerek ve işlerine göz kulak olarak ve bu suretle onlar vasıtasıyla cenneti arayarak kızlarına adanmış olmak anlamına geliyordu. İmam Şa’bi, “Kızını fâsık (Allah’ın emirlerini tanımayan, sapkın, günah işleyen, kötülük eden, fesatçı) bir adamla evlendiren kişi, onunla ilgisini kesmiştir.” derdi. Bu şekilde, kızları için endişelenmeleri evlilikleri bitene kadar ve ötesinde devam edecekti.

Bir kadının evliliği ile ilgili olarak, kadının kendi kaderini şekillendirmedeki rolü, ister açık ister üstü kapalı bir şekilde olsun, Şeriat’ın kadının rızası olmadan yürütülen bir evliliği tamamen geçersiz kılması gerçeğiyle vurgulanmaktadır. Bir kez daha, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), bir kadının evlilikle ilgili rızasının alınmasına gereken önemin verilmesine örnekle yol gösterdi. Abdullah bin Abbas, bakire bir kızın Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v.) gelip, itirazlarına rağmen babasının onu evlendiğini söylediğini, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) de ona evliliği feshetme seçeneği verdiğini rivayet etmektedir.  Benzer bir bilgide, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.), vaktiyle babası tarafından rızası alınmadan evlendirilmiş olan Al-Khansāʾ b. Khizām adlı kadının evliliğini feshetmiş olmasıdır.  Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) eşlerinden biri olan Ayşe’ye, bir zamanlar kendi durumunu yükseltmek için babasının onu kuzeniyle evlendirdiğini söyleyen bir kadın gelir. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) kadının hikâyesini duyduğunda, kadının evli kalmaya devam edip etmeyeceği konusunda nihai kararı kendisine bırakır. Bu noktada, kadın aslında evliliğe karşı olmadığını söyler ve “ama babalarının bu yapmaya haklarının olmadığını kadınların bilmelerini istedim.” der. 

İslam’daki boşanma yasalarına dair derinlemesine bir tartışma, gelecekteki bir yayında ele alınacaktır. Bu yazının amaçları, her iki taraf için adil bir sonuç sağlarken, ayrılık ve buna müteakip boşanma sürecini başlatmak üzere Müslüman bir kadın için uygun bir yolun bulunmakta olduğunu dikkate almak yeterlidir. Kocasından ayrılma sürecini başlatan bir eşin, uygulanabilir bir örneği şöyle vuku bulmuştur. Thabit ibn Qays’ın karısı, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v.) gelip şöyle söyler, “Ey Allah’ın Resûlu, Thabit’in kişiliğindeki ve inancındaki kusurlar için onu suçlamıyorum, ama bir Müslüman olarak ben (eğer onun yanında kalırsam) İslami olmayan bir tavır sergilemekten nefret ediyorum.” Bunun üzerine Allah’ın Resûlu (s.a.v.), “Kocanın (çeyiz olarak) sana verdiği bahçeyi geri verecek misin?” diye sorar. Kadın, “Evet” der. Sonra Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), Thabit’e, “Ey Thabit! Bahçeni kabul et ve onu bir kerede boşa.” der.

Genel olarak, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) öğretileri, erkeklerin kadınlar üzerindeki dizginlenemez kontrolünü önemli ölçüde azaltmıştır. Bir erkek, kendi mali amaçları için hizmet eden kızını artık fuhuş yapmaya zorlayamaz. Evlilik bağlamında, bir kadına, İslam’daki yasalara aykırı olan hususlarda kocasına boyun eğmemesi emredilemez. Bir erkeğin sahip olabileceği eşlerin sayısı dört ile sınırlandırılıp, tüm eşlerine eşit muamele edilmesi gerektiğine dair bir şerh koyuldu. Bir erkeğin sonucunu düşünmeksizin eşinden boşanmayı ilan etmesi üç ile sınırlandırıldı, bundan sonra boşanma kesinlik kazanırdı. Bu, boşanmanın ciddiye alınmasını sağladı ve bir erkeğin karısını boş tehditlerle yönlendirmeye çalışmasını engelledi.

Bunlara ek olarak, bir kadına evliliği akdetmeden önce verilen çeyiz, kendi uygun gördüğü gibi yapması için kadının malı kabul edildi. Evlilik içinde eşler, kendileri ve çocukları için nafaka hakkı da dâhil olmak üzere vazgeçilemez ekonomik haklarla garanti altına alındı. Cimri kocası kendisi ve çocukları için ona yeterince para vermeyen bir kadın, bir zamanlar kendisi ve çocuklarının ihtiyaçları için makul ölçüde yeterli olan kocasının parasını almasına izin veren Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v.) danışmıştı.  Bir kadının İslam hukukuna göre evli olup olmadığına bakılmaksızın, hala miras ve kazancın bir kısmını hak ederken kendisi için kendi parasını harcama zorunluluğu bulunmamaktadır. Mali sorumluluk, babası, kocası ya da erkek kardeşi olsun en yakın erkek akrabasına havale edilmektedir.

Müslüman bir kocanın ölümünün ardından, iddet (dört ay ve on gün sürmesi ön görülen yas dönemi) kadına gösterilen bir merhamet olarak kabul edilmekte ve bu süre zarfında kocasının evinde kalmasına izin vermektedir. Bu, bir kadına, hassas bir süre boyunca kaybını derinlemesine düşünmesi için gerekli olan elverişli ve duygusal alan vermektedir. Bu dönem sona eriğinde, kadın istediği kişi ile yeniden evlenmekte özgürdür. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) kendisi, onu gönüllü olarak kabul eden, kendilerini çevreleyen damgalama ve adaletsizliği ortadan kaldırmak için bir bağlılık gösteren birden fazla dul kadınla, daha önce dul kadınlara böylesi duyarsızlıkla muamele eden bir toplumla tam bir karşıtlık içinde evlenmiştir.

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) kadın sahabeleri, Hz. Ömer bin Hattab (r.a.)’ın ilk elden tecrübe ettiği gibi, kocalarının davranışlarını kontrol altında tutmak için onun soylu bir örneğini kullanırlardı. Hz. Ömer (r.a.) bir keresinde, karısına sesini yükseltir ve karısı da aynı şekilde cevap verir. Karısının kendisine öfke ile cevap vermesine tepki gösterirken, karısı Hz. Ömer’e (r.a.) kendisinin gururunu kırma hakkı olmadığını belirtir. Bütün bu olan bitenden sonra, Hz. Ömer’in (r.a.) Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) ile evli olan kızı, kocasına benzer şekilde cevap verecektir. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), eşini susturmadan düşüncelerini dile getirmesi için ona izin verir ve Hz. Ömer bin Hattab’ın (r.a.) karısı, “…ve O senden daha iyi biri,…” diyerek tarihe not düşer. Kadınlara verilen bu değer, Kur’an-ı Kerim’in evlilikle ilgili öğretilerini gösterişsiz bir şekilde hayata geçirmeyi; koca ve eşleri, birbirlerine gösterdikleri bir “merhamet” olarak nitelendirmelerini içermektedir.

Onlara ısınıp kaynaşasınız diye size kendi türünüzden eşler yaratıp aranıza sevgi ve şefkat duyguları yerleştirmesi de O’nun kanıtlarındandır. Doğrusu bunda iyi düşünen kimseler için dersler vardır. [Kur’an-ı Kerim 30: 21]

Manevi Değer

Bir toplumun kadınlara yönelik olumsuz muamelesi yalnızca doğası hakkındaki inançların bir belirtisi olduğundan, bir çareye ulaşmak için altta yatan rahatsızlığı teşhis etmek önemlidir. Vahim bir gidişat, temelde, bir kadının doğasında olan öz değerine ya da bu yüzden kabul edilen eksikliğe ilişkin görüşlerin bir sonucudur. Şimdiye dek, kadınların manevi durumuna yönelik İslami bakış, Kur’an-ı Kerim’e ve Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) erkekler ve kadınları bütün yönleriyle eşit manevi fırsatlar veren bir yere yerleştiren, Allahü Teâlâ ile aralarında bulunan derin bir ilişki için içlerinde var olan gizli güçlerin eşit olduğuna dair verdiği örneğe dayandırıldı.

En başından beri, Kur’an-ı Kerim’deki insanoğlunun yaratılış hikâyesi, kadını kusurlu bir konuma oturtmaya hiç yer bırakmamaktadır. Cennet Bahçesi’ndeki rivayetin temel öğeleri esas olarak Yaratılıştaki ile aynı olmakla birlikte, Havva’nın şeytana uymasının hiçbir önemi yoktur daha ziyade Şeytan, yasak meyveyi yemeleri için hem Âdem’i hem de Havva’yı kandırmıştır. Her ikisi de daha sonra kendi hatalarından suçlanır – Kur’an-ı Kerim özellikle ikisine de değinmek için çift yönlü dilsel biçim kullanır – ve Allahü Teâlâ’nın merhametini aradıklarında her ikisi de affedilir. Bu suretle, erkek ve kadınlar, Yaratan’ı ararken manevi güçlerine erişebilmelerinin yanı sıra olumsuz amellerinden dolayı manevi sorumluluk üstlenmekte birbirleriyle eşittir.

Kadınlarda bulunan manevi güç, Hz. İsa’nın annesi, Hz. Meryem’in –Allah’ın selâmı o ikisinin üzerine olsun – hikâyesinin nakledilmesiyle hiçbir yerde Kur’an-ı Kerim’de olduğundan daha belirgin değildir. Kendi kültüründeki erkekler için geleneksel olarak ayrılanlar da dâhil olmak üzere Allahü Teâlâ’ya olan etkin bağlılığını pek çok yönden gösterdiği için yere göğe koyulmamaktadır; Zekeriya’nın (a.s.) vesayeti altında çalışarak, en içten ibadetlerde bulunarak ve hatta mucizelerle kutsanmış olarak.

Melekler şöyle demişti: "Ey Meryem! Allah seni seçti, seni tertemiz kıldı ve seni bütün dünyadaki kadınlara üstün eyledi. Ey Meryem! Rabbine ibadet et; secdeye kapan, huzurunda eğilenlerle beraber sen de eğil." [Kur’an-ı Kerim 3:42-43]

Özellikle, Kur’an-ı Kerim, Hz. Meryem’in doğum tecrübesini anlayıp paylaşarak büyük ölçüde öne çıkartır, kendi sözleri vasıtasıyla ıstırabını aktarır ve ona rahatlık sunar:

Sonra doğum sancısı onu bir hurma ağacının dibine yöneltti. Meryem, "Keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim!" dedi. Aşağısından biri ona şöyle seslendi: "Tasalanma! Rabbin senin altında bir su kaynağı yaratmıştır. (Şu) hurma ağacını da kendine doğru silkele ki, üzerine taze, olgun hurma dökülsün. Ye iç, gözün aydın olsun! [Kur’an-ı Kerim 19:23-26]

Bu, kadınların, kendilerine özgü tecrübeler de dâhil olmak üzere hayatlarının her noktasında bir maneviyat duygusu ile bütünleşme kabiliyetlerini vurgulamaktadır.

Bu şekilde, Hz. Meryem (Allah’ın selâmı üzerine olsun), Kur’an-ı Kerim’de bir inanç abidesi, hem kadınlar hem de erkekler tarafından takip edilecek bir örnek ve ilham kaynağı olarak sürekli yüceltilmektedir. Bu ulvi mevki, sadece Hz. Meryem ile sınırlı kalmamaktadır. Zalim Firavun’un inanan karısı Asiye, cinsiyetlerine bakılmaksızın tüm inananlar için bir rol model olarak gösterilmektedir. Allahü Teâlâ’ya, ona cennette O’na yakın bir ev bahşetmesi için ettiği içten dua, Kur’an-ı Kerim’de, Müslümanlar tarafından sonsuza dek okunması için kaydedilmiştir.

Kadınların İslam’ı yaymadaki rolü, her zaman inancın ayrılmaz bir parçası olmuştur. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) kendisi, bunu, kadının irfanına yönelik teşvik edici tutumunda örneklerle açıklamıştır. Bir sahabe, bir kadının Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v.) geldiği bir vakayı şöyle nakleder, “Bir kadın, ‘Ey Allah’ın Resûlu, erkekler vaazı senden dinleme [ayrıcalığıyla] çekip gittiler, bu yüzden günlerinden birini bize ayır ki sana gelebilelim ve Allahın sana öğrettiklerini sen bize öğretebilesin.’ Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), “[Kadınlar] falanca günde falanca yerde toplanın.’ der. Böylece kadınlar toplandı, Resûlullah onlara geldi ve Allah’ın kendisine öğrettiği şeyi onlara öğretti.”  Kadınların öğrenme arzusunu dikkate alması, kadınları, rahatlıkla soru sorabilecekleri güvenli ve özel bir grup ortamında belirli bir biçimde karşılama çabası, kadınların Müslüman âlimlere ulaşmadaki mevcut ortamın, çoğunlukla, sınırlı olduğu göz önünde bulundurulursa özellikle kayda değerdir.

Bu kapsayıcı bakış açısı, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) kendi eşi, Sunni derlemelerin anlatıcılarından biri ve sayısız yasal hükmün kaynağı olan Seyide Ayşe ile başlayan, kadın İslam ilminin gelişen mirasının cömert meyvelerini veriyordu. Büyük âlim ve mümin Abu Darda (r.a.), “Ben her şeyde bağlılık aradım ve âlimlerle oturmaktan ve çalışmaktan daha tatminkâr bir şey bulamadım” der. Çok yakın geçmişte, kadınların insan olarak zar zor sayıldığı bir kültürdeki akademik çevreler arasına kabul edilmesi, gerçekten de hoş karşılanması önem teşkil etmektedir – özellikle, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) kendi örneğinin tam aksine, kadınların bugün hala akademik alanlardan dışlandıklarını düşünülürse…

Manevi ve düşünsel mükemmelliği ile meşhur diğer bir önemli kadın, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) soyundan gelen bir kişi olan Seyide Nefise idi. Bir süre için, İslami hukukun dört Sünni okulunun kurucularından biri olan İmam-ı Şafii’ye hadis öğretti ve onun isteği üzerine cenaze namazını kıldırdı. Çok yakın geçmişte, 1800’lü yıllarda Nana Asma’u, Afrikalı Sokoto Halifeliği genelinde kadınları eğitmek için yoğun çaba gösterdi. Daha sayısız örnek aktarılabilir. Dr. Mohammad Akram Nadwi’nin bir çalışması, 8.000 kadın hadis âliminin olduğunu belgeledi – ve bunlardan bir teki bile sahtekârlıktan yetkisiz kılınmadı.

Müslüman kadınların tarih üzerindeki etkisi, ilmin ötesinde de uzamaktadır. Nusaybah bint Ka’ab (r.a.), Uhud Muharebesinin vahim koşullarında onu cesaretle Mekkelilerin kılıçlarından koruduğu zaman, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) muhafızlarından biriydi. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) torunu Zeyneb bint Ali (r.a.), kardeşi Hüseyin bint Ali (r.a.) ve Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ailesinin diğer fertlerinin katliamını takiben zalim hükümdar I. Yezid’e karşı haklı meydan okumanın en güçlü seslerinden biriydi. Yüzyıllar boyunca Mekke’ye giden hacıların, Halife Harun Reşit’in karısı Zübeyde’nin emriyle hac yollarında inşa edilen sulama kanalları aracılığıyla susuzlukları bastırıldı ve Rabia el-Adeviyye’nin Allahü Teâlâ’ya olan hasretini anlatan dini kasideleri, bugüne kadar dikkatle izlenmektedir.  

Daha önce bahsedildiği gibi, sevgili kızı Fatıma’yı (r.a.) kendisinin bir parçası olarak tanımlayan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) bir vasiyetinden doğan kadınların İslam’a yaptıkları geniş katkılar, sürpriz olmamalıdır. Bunun aksine yaygın bir algının var olması ve İslam külliyatındaki bazı “tartışmalı” metin parçalarının, kadınları ötekileştirmek için kullanılmış olması talihsiz durumdur. Bu nefret uyandıran çabaların yıkıcı etkisi, dünya genelinde birçok Müslüman toplumda görülebilmektedir. Bu gerçeklik, ne örtbas edilmeli ne de romantik bir şekle sokulmalıdır aksine geleneğin kendi araçlarını kullanarak doğrudan önü kesilmelidir.

Kutsal kitaba göre yapılan yorumun iyi temeller üzerine kurulmuş yöntemsel prensiplerinde yatan bazı ayetlerin ve anlatımların kadın düşmanı okumalarını reddeden ilkeli, güvenilir bir biçimde köklü bir konumunun gücü,  yaşamı boyunca Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) kendisi ve onu takip edenler tarafından tesis edildi. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) açıkça tasvir ettiği mesajı, herkes için eşitlik kurmak üzere Müslümanlara mutlak bir emir buyurmaktadır. İslami köklü hedeflere uygun olarak ve otoriter İslam geleneğinde gösterildiği gibi ilgili koşulları dikkate alarak hukuk ilmine ait kararların verilmesi gerekmektedir. İslam’ın önemli derecede eşitlikçi sistemi, erkek ve kadınların eşdeğerliklerini Allahü Teâlâ’nın tüm kâinat için hâkim olan merhameti ve adaleti ile uygun olarak, vahiy bu kurala bir istisna belirlemediyse, varsayılan olarak kuruldu.

Modern öncesi saygın bir Müslüman âlim olan İbn Kayyim el-Cevziyye (ö. 751 HT/ 1350 MT) şuna işaret eder: “Şüphesiz Şeriat, bu yaşamdaki ve ahiretteki kulların hikmet ve refahı üzerine kurulmuştur. Bütününde adalet, merhamet, hayır ve hikmet vardır. Zorbalık için adaletten, zulüm için merhametten, irtikâp için hayırdan, aptallık için hikmetten ayrılan her husus, bir tefsir yoluyla içine katılmış olsa bile, Şeriatın bir parçası değildir.”

Böylece, bu yazı boyunca gösterildiği gibi, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) kutsal bir biçimde emredilmiş görevi, herkese rahmet olarak, İslam hukuku tarafından belirlendiği gibi, tereddüt etmeksizin ve özür dilemeksizin, kadınlara hak ettikleri yeri garanti etmeyi sağlamaktadır. Bir aykırı görüş, temel İslami eşitlik ilkelerini ihlal ederse, en geleneksel bakış açılarından bile geri çevrilecektir. “Oysa kadınlar, erkeklerin öz kardeşleridir.” diye kesin surette buyurmuş bir peygamberin takipçilerinden bundan daha azı beklenemez. 

Cinsiyetler arasında saygı ve itibar ilkesi, Hz. Ömer bin Hattab’ın (r.a.) örneğinde bir kez daha gösterilebilir. Halife olarak bir zamanlar yasal bir hükmü alenen şart koşmuştu. Ama bir kadın kalabalıktan öne doğru çıkıp Kur’an-ı Kerim’den alıntı yaparak onu düzelttiğinde Müslüman topraklarını göz alabildiğince sarıp sarmalayan bu hükümdar, “Kadın, Ömer’le münakaşa etti ve onu yendi.” denmesini kabul etmek zorunda kaldı.  Gerçeğin karşısında kadınlara karşı tevazu göstermek – herhangi bir maçoluk hissi göstermeden – Hz. Ömer’in (r.a.) Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) bizzat kendisinden basitçe öğrendiği şeydi. Bu tutum, Müslüman bir erkek olmanın ne anlama geldiğinin bir parçası ve hissesidir ve içinde bulunduğumuz dönemde Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) örneğini takip etme konusunda ciddi olan herkes tarafından dikkate alınmalıdır.

Müminlerin erkekleri de kadınları da birbirlerinin velîleridir; iyiliği teşvik eder, kötülükten alıkoyarlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve resulüne itaat ederler. İşte onları Allah merhametiyle kuşatacaktır. Kuşkusuz Allah mutlak güç ve hikmet sahibidir.  [Kur’an-ı Kerim 9: 71]

Sonuç

Bu yazı boyunca resmedildiği gibi, İslam’ın doğuşu, İslam öncesi Arap toplumundaki kadınlar için kayda değer bir sıçrayış oldu. Tarihsel olarak, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet, baskıcı ya da gerici olmaktan ziyade kadınlar adına savunucu olarak görüldü. Vahyin kendisinden ya da Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) onu ne şekilde uyguladığı konusunda Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) kadın sahabelerinden tarafından nakledilen hiçbir rivayet bulunamamaktadır. Buna karşılık, “Şüphesiz, Allah ve O’nun Resûlu, bize karşı bizden daha bağışlayıcıdır” diye nakledilmiş olduğu güvenilir bir biçimde belgelenmişlerdir.   Onlarla ilgili herhangi bir hükmü, baskıcı olarak algılamadılar ve daha önce toplumun en savunmasız fertlerini yükselten vahyin hissettirdiği güçlendirmeden etkin bir şekilde bahsettiler.

Tabii ki, İslam’ın 7. yüzyılda kadınları ayağa kaldıran olumlu değişimlerine işaret etmek yeterli değildir ve Müslüman kadınların günümüzde karşı karşıya kaldıkları hepsinden çok daha fazla olumsuz durumlar görmezden gelinmektedir. Daha doğrusu, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.), “Müminlerin iman bakımından en mükemmel olanları, ahlâkı en güzel olanlar ve eşine en yumuşak davrananlarıdır.” diye buyurduğu gibi, onun öğretilerini gerçekleştirmemizi sağlayacak bir şekilde İslam anlayışımızı geliştirmek için İslam âlimlerinin ve Müslüman cemaatin hepsine görev düşmektedir. Hepsinden en önemlisi, onun öğüt verdiği şeyleri, örneklerle öğretmesi ve uygulamasıydı. Başka bir cinsel adalet değerler dizisine tabi olmaksızın, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) tesis ettiği İslam yaklaşımı, tüm insanlar için en eşitlikçi, hakkaniyetli ve faydalı sonuçlar sağlamaktadır. Şekillendirdiği aynı güçlendirme ruhu, topluma ve bir bütün olarak dünyaya en büyük faydayı sağlamak için ilerici İslam âlimleri tarafından uygulanmalıdır.

Belki de bu makaleyi bitirmek için en iyi ayet – aşağıdaki ekte listelenenler gibi birçok ayet olmasına rağmen – vahiy koşulları Allahü Teâlâ’nın kadın ve erkek tüm yarattıklarına karşı olan merhametini gösteren ayettir.  Saygıdeğer Ümmü Seleme’in (ra) Kur’an-ı Kerim’de kadınlardan erkeklerden bahsedildiği gibi bahsedilip bahsedilmeyeceğine ilişkin bir sorusu üzerine, eşit merhamet ilkesini vurgulayarak açıklamak için aşağıdaki ayet indirilmiştir:

Müslüman erkekler, Müslüman kadınlar; mümin erkekler, mümin kadınlar; ibadet ve itaat eden erkekler, ibadet ve itaat eden kadınlar; özü sözü doğru erkekler, özü sözü doğru kadınlar; sabreden erkekler, sabreden kadınlar; gönlünü ibadete vermiş erkekler, gönlünü ibadete vermiş kadınlar; (Allah için) yardım yapan erkekler, yardım yapan kadınlar; oruç tutan erkekler, oruç tutan kadınlar; iffetlerini koruyan erkekler, iffetlerini koruyan kadınlar; Allah’ı çokça anan erkekler, çokça anan kadınlar; işte bunlar için Allah büyük bir ödül hazırlamıştır. [Kur’an-ı Kerim 33: 35]

Ek: Kur’an-ı Kerim’in Kadına verdiği Değer

  1. Eşit derecede insan:

Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık, Allah katında en değerli olanınız O’na itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir, her şeyden haberdardır. [Kur’an-ı Kerim 49: 13]

  1. Kurtuluş için eşit derecede hak sahibi:

Allah mümin erkeklere ve mümin kadınlara içinde ebedî olarak kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler ve adn cennetlerinde güzel meskenler vaad etmiştir. Allah’ın rızası ise hepsinden büyüktür, işte büyük bahtiyarlık da odur. [Kur’an-ı Kerim 9: 72]

O gün mümin erkeklerin ve mümin kadınların nurlarının (kendileriyle beraber) önlerinde ve sağ yanlarında yürümekte olduğunu görürsün. "Bugün size müjde var; altından ırmaklar akan cennetlerde ebedî kalacaksınız" (denir). İşte en büyük murada ermek budur. [Kur’an-ı Kerim 57: 12]

Böyle yapmıştır ki, mümin erkekleri ve mümin kadınları, orada devamlı kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetlere koysun ve onların kötü fiillerinin üstünü örtsün. Bu Allah katında (onlar için) büyük bir kazançtır. [Kur’an-ı Kerim 48: 5]

  1. Mükâfat için eşit derecede hak sahibi:

Erkek olsun, kadın olsun her kim iman etmiş olarak dünya ve âhiret için yararlı iyi işler yaparsa işte onlar da cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar. [Kur’an-ı Kerim 4:124]

Erkek olsun kadın olsun, kim inanmış bir insan olarak dünya ve âhirete yararlı işler yaparsa kesinlikle ona güzel bir hayat yaşatacağız ve böylelerinin ecirlerini de muhakkak surette yapmış olduklarının daha güzeliyle vereceğiz. [Kur’an-ı Kerim 16: 97]

Kim bir kötülük yapmışsa sadece o kötülüğünün miktarınca ceza görecektir; kim de -erkek olsun kadın olsun- inanmış bir kişi olarak dünya ve âhirete yararlı iş yapmışsa işte böyleleri de cennete girecekler, orada kendilerine hesapsız nimetler verilecektir." [Kur’an-ı Kerim 40: 40]

Rableri onların dualarına şöyle karşılık verir: "Şüphesiz ben, erkek olsun kadın olsun -ki birbirinizden meydana gelmişsinizdir- sizden bir şey yapanın emeğini asla boşa çıkarmam. Hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, benim yolumda eziyete uğratılanların, savaşanların ve öldürülenlerin, işte onların günahlarını elbette sileceğim. And olsun ki, Allah katından bir mükâfat olarak onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Şüphe yok ki nimetin güzeli Allah’ın katındadır!"  [Kur’an-ı Kerim 3: 195]

  1. Eşit derecede dokunulamaz:

Diri diri gömülen kıza hangi suçundan dolayı öldürüldüğü sorulduğunda; [Kur’an-ı Kerim 81: 8-9]

…Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin; biz, sizin de onların da rızkını veririz. … Haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın yasakladığı cana kıymayın…. [Kur’an-ı Kerim 6: 151]

İffetli kadınlara iftira atan, sonra da dört şahit getiremeyen kimselere seksen sopa vurun ve artık onların şahitliklerini asla kabul etmeyin. İşte onlar yoldan çıkanların ta kendileridir. [Kur’an-ı Kerim 24: 4]

  1. İyiliği teşvik eden olarak eşit derecede kabul edilen

Müminlerin erkekleri de kadınları da birbirlerinin velîleridir; iyiliği teşvik eder, kötülükten alıkoyarlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve resulüne itaat ederler. İşte onları Allah merhametiyle kuşatacaktır. Kuşkusuz Allah mutlak güç ve hikmet sahibidir.  [Kur’an-ı Kerim 9: 71]

  1. Allahü Teâlâ’nın rahmetinin bir kanıtı:

Onlara ısınıp kaynaşasınız diye size kendi türünüzden eşler yaratıp aranıza sevgi ve şefkat duyguları yerleştirmesi de O’nun kanıtlarındandır. Doğrusu bunda iyi düşünen kimseler için dersler vardır. [Kur’an-ı Kerim 30: 21]

Sizi bir tek candan yaratan, kendisiyle mutlu olsun diye ondan da eşini yaratan O’dur. [Kur’an-ı Kerim 7: 189]

[1] ‘Cehalet Çağı’nın Arapça kelimesi—İslam’ın doğuşundan önceki zamana atfedilerek kullanılan bir terim.

[2] Sahih-i Buhari; Kitâb al-Madhâlim; Bâb al-Ghurfa wal-’Ulya; Hadis 5505

[3] Sulaimani, F. (1986) ‘Erken Yedinci Yüzyılda İslam yönetimindeki Arabistan’daki Kadınların Değişen Konumu’ Salford Üniversitesi, Uluslararası Çalışmalar

[4] Brown, J. (2016) ‘İslam, Namus Cinayetlerinin Haklı Nedeni değildir. Çözümün bir parçasıdır.’ Yaqeen Islam Araştırmaları Enstitüsü. https://yaqeeninstitute.org/en/jonathan-brown/islam-is-not-the-cause-of-honor-killings-its-part-of-the-solution/#_ftn4 

[5] Sahih-i Buhari 283 Kitap içi Kaynak: Kitap 5, Hadis 35, USC-MSA web (İngilizce) kaynağı: Cilt. 1, Kitap 5, Hadis 281 https://sunnah.com/bukhari/5/35 

[6] Sahih-i Müslim (298), Sünen-i Ebu Davud (261), Sünen-i Tirmizi (134), ve Sünen-i Nesai (1/192)’den derlenmiştir.

[7] Al-Durr Al-Manthur (6/179) adlı eserde İmam Al-Bayhaqi ve Ibn Abu Hatim’ye atıfta bulunulmuştur.

[8] Taberânî Al-Mu’jam Al-Kabeer 785

[9] Al-Ahad wal-Mathani 2860

[10] İmam-ı Malik’in al-Muwatta’ (2/596-598), at-Talâq ve Mâ Jâ’a ‘an al-Hidâd eserlerinden derlenmiştir.

[11] Ahmed bin Hanbel (15577), Sünen-i Nesai (3104), ve İbn Mâce (2781), and Abdul Qader Arnaout’un ses kaydından derlenmiştir.

[12] Sahih-i Buhari (5971) ve Sahih-i Müslim’den derlenmiştir (2548)

[13] Sahih-i Buhari (11)’in al-Adab al-MufradAbdullah bin Mübarek al-Birr was-Silaİmam Al-Bayhaqi Shu’ab al-Eemân (55) adlı eserlerinden derlenmiştir.

[14] Sahih-i Buhari (6050) ve Sahih-i Müslim’den derlenmiştir (1661)

[15] Sahih-i Buhari (3714)

[16] Sünen-i TirmiziJami` (1914)

[17] Tuhfat al-Mawdood: (s. 26)

[18] Sawn al-Mukramât Bi Ri’âyat al-Banât

[19] Sünen-i Ebu Davud (2096) ve sahih kabul edilen Muḥammad Nāṣir-ad-Dīn al- Albāni’den derlenmiştir.

[20] Sahih-i Buhari (4845)’den derlenmiştir.

[21] İbn Mâce (1874) ve sahih kabul edilen al-Buwaysiri ve al-Wâdi’i’den derlenmiştir.

[22] Sahih-i Buhari (5273)

[23] Sünen-i Ebu Davud 3533 Kitap 23, Hadis 3526

[24] Sahih-i BuhariKitâb al-Madhâlim; Bâb al-Ghurfa wal-’UlyaHadis 5505

[25] Sahih-i Buhari (1/175) ve Sahih-i Müslim (2633) ’den derlenmiştir.

[26] Nadwi, A. M. (2007). Al-Muhaddithat: İslam’da kadın âlimler. Interface Yayıncılık.

[27] I’lām al-Muwaqqi’īn 3/11

[28] Ahmed bin Hanbel (2/256), Sünen-i Ebu Davud (236), ve Sünen-i Tirmizi (113) ‘den derlenmiştir.

[29] İbn Hacer el-AskalanîFethu’l-Bârî 4853

[30] Sünen-i TirmiziMuḥammad ibn ʻĪsáSünen-i Tirmizi. (Beyrut: Dār al-Gharb al-Islāmī, 1998), c.3 s.204

#1597; Sünen-i Tirmizi’nin tefsirinde sahih kabul edilmiştir.

[31] Sünen-i Tirmizi (1/217-218), Ahmed bin Hanbel (2/250 & 472), ve İbn Hibbân (1311)’den derlenmiştir. Sünen-i Tirmizi onu hasen sahih kabul etmiş ve Muhammad Nasiruddin al-Albani onu as-Sahihah (284) adlı eserde sahih kabul etmiştir.

Disclaimer: The views, opinions, findings, and conclusions expressed in these papers and articles are strictly those of the authors. Furthermore, Yaqeen does not endorse any of the personal views of the authors on any platform. Our team is diverse on all fronts, allowing for constant, enriching dialogue that helps us produce high-quality research.

Authors